30 Mayıs 2011 Pazartesi

Chelsea Clinton Yahudi olacak mı?


Cemal DEMİRCemal DEMİRHaber 7 / New York

Chelsea Clinton Yahudi olacak mı?

Normalde Yahudi erkeğin başka dinden kızlarla evlenmesine eleştiri yapan Yahudi medyası, gelin Chelsea olunca sempati ile yaklaştı konuya. Hareetz, Jerusalem Post, Jewish Journal, New York’taki yerel ortodoks Yahudi medyası dahil ben eleştiride bulunanı görmedim.

Türkiye bugünlerde ‘’Ahmedinecat ailesine gelin verdik’’ haberleriyle meşgulken, ABD medyası, bir başka gelinin haberleriyle dolu. Bugün bir değişiklik yapayım ve bu düğünle ilgili biraz ‘’gasteci dedikodusu’’ yapayım.
‘’Dedikodu’’, ‘’demek’’ ve ‘’komak’’ fiillerinin birleşiminden oluşmuş bir isim. İkisinin de kökleri belli olduğu için etimolojik araştırmaya gerek var mı bilmiyorum. Ama, bir lafı ‘’deyip’’ üstüne de gerçek olmayan birşeyler ‘’koymayı’’ ima ediyor olsa gerek. Belki de dini bir haramı ifade eden ‘gıybet’ kelimesinin seküler halidir tam bilemem. Gıybet, gayb kökünden keliyor. Bir insanın ‘gıyabında’ yani arkasından konuşmak.
Anglo Saksonlar, dedikoduya ‘’gossip’’ diyor. Gossip, kelimesinin kökeni de dedikoduculuğun tarihsel anlamına neşeli bir göndermedir. İngilizcede kardeşlere ‘sibling’ denir. ‘’Kan bağı’’ anlamındaki ‘sib’ kökünden gelir. Gossip kelimesi ise ‘Godsibb’’ kelimesinin zamanla bozulmuş halidir. Bizim kültürümüzdeki ‘Hepimiz tanrının kullarıyız’ ifadesi, Batı kültüründe ‘’Hepimizi tanrının çocuklarıyız’’ şeklinde ifade edilir. ‘’Godsibb’’, ‘’tanrının çocuğu olmak bakımından kardeşim’’ anlamında.
Tahmin edeceğiniz üzre, bu kelime ilk haliyle olumsuz bir anlamda değildi. İnsanlar ‘kardeşçe’ sohbet ediyorlardı. ‘’Gossip’’ 19’ncu yüzyılda bugünkü olumsuz anlamına kavuşmuş. Bugün pek kullanılmasa da  ‘’rumor-mongering’’ diye harika bir tarifi daha var işin. ‘’Söylenti pazarlamacılığı’’ demek.
Dedikodu birçok kültürde kadınlarla özdeşleşmiş. Misal, her şeklin bir kelime olduğu Çin alfabesinde, ‘’dedikodu’’ kelimesi, ‘’kadın’’ kelimesini sembolize eden şekilden üç tane yan yana konulmasıyla yazılıyor. Aynı zamanda ‘’gürültü’’ anlamına da geliyormuş bu. Peki iki kadın ne anlama geliyor diyeceksiniz, o da ‘’tartışma’’ anlamına geliyormuş.
‘’İyi ki bir dedikodu yazacaksın, amma peşrev çektin’’ diye söylenseniz hakkınız var. Her ne kadar serde gazetecilik de olsa dedikodu yaparken bir mahcubiyet çöküyor ister istemez. Peşrevsiz mevzuya giremedim.
Evlenecek kızımız Chelsea Clinton. Bill Clinton’un başkanlığı dönemindeki küçük kızı Chelsea. 30 yaşında artık. Geçen sonbaharda nişanlanmıştı.
Amerikan medyasının bütün büyük kurumları bugünlerde düğüne ait küçücük bir detay için bile büyük bir mücadele veriyor. Sadece parmağındaki tektaşın fotoğrafını ilk yayınlayan olmak için haftalarca mücadele ettiler. Şimdi işin bu kısmı da benim anlatacağım konunun dışında. Ben bu evliliğin daha çok damattan kaynaklanan yönlerini aktaracağım.
Damat Marc Mezvinsky, muhafazakar (Masorti) bir Yahudi ailesinin çocuğu.  Annesi de babası da Amerikan Kongresinin eski üyeleri. Babası Edward Mezvinsky eski Iowa milletvekili annesi Marjorie Margolies Mezvinsky ise eski Pennsylvania milletvekili. FBI, Baba Mezvinsky’nin 1980 yılından 2000 yılına kadar girdiği bütün ticari işlerinde yolsuzluk ve dolandırıcılık yaptığını belirleyince, tutuklandı. Suçlamaları kabul etti ancak akıl hastalığı sebebiyle bu suçları işlediğini savundu.  2001 yılında girdiği cezaevinden 2008 yılında çıktı. Ama benim asıl mevzum bu da değil.
Bir süredir damadın muhafazakar Yahudiliğine dikkat çeken Amerikan medyasında son günlerde cevabı en çok aranan konu, Chelsea Clinton’un din değiştirerek Yahudiliğe geçip geçemeyeceği…  
Yahudi medyası özellikle de Ortodoks Yahudiliğe yakın medya, Yahudi erkeklerin Yahudi olmayan kızlarla evlenmesine çok duyarlı. Çünkü Yahudilikte soyun anneden devam ettiği inancı var. Bu konuda çok ciddi bir kampanya yürütülüyor. Ve bu tür evlilikler yapan Yahudi erkeklerine karşı ciddi bir eleştiri bombardmanı başlıyor. Ortodoks Yahudilik, yahudi olmayanla evliliği kesin olarak yasaklıyor. Mezvinsky ailesinin müntesibi olduğu Masortilerde, tamamen yasak değil ama hahamlar eşlerden biri Yahudi değilse, nikah kıymıyor.  Reformist Yahudilikte ise hahamlar çoğunlukla, başka dinden bir eşle evlenildiğinde de nikah kıymayı kabul ediyor ama Yahudi eşi, çocuklarını Yahudi geleneğine göre yetiştirme konusunda tahşidat yapıyor.  
Türkiye’de Yahudi erkek – Müslüman kadın evliliği yaygın mı bilmiyorum. Benim bildiğim tek örnek son günlerin popüler damadı Dani Rodrik. Harvardlı ünlü ekonomist Dani Rodrik, Bayloz davasının bir numaralı sanığı konumundaki Çetin Doğan Paşanın kızı ile evli. Dani Bey bir Müslüman kadın ile evlendiğinde, bu konuda duyarlı dindaşlarından ne tür tepkiler almıştır kimbilir. Ama benim asıl mevzum Chelsea...  
Normalde Yahudi erkeğin başka dinden kızlarla evlenmesine eleştiri yapan Yahudi medyası, gelin Chelsea olunca sempati ile yaklaştı konuya. Hareetz, Jerusalem Post, Jewish Journal, New York’taki yerel ortodoks Yahudi medyası dahil ben eleştiride bulunanı görmedim. ‘’New York Magazine’’ dergisi, Chelsea’nin müstakbel eşinin birçok dini ritüelini şimdiden benimsediğine dikkat çekiyor. Chelsea, Columbia Üniversitesi bünyesindeki, Muhafazakar Yahudiliğin Amerika’daki merkez kurumu olan ‘’Jewish Theological Seminary’’de düzenlenen Yom Kippur ayinine nişanlısıyla beraber katılmıştı.
Ulusal Yahudi Nüfusu Araştırması verilerine göre ABD’de 1996 – 2001 yılları arasında Yahudi düğünlerinden yüzde 47’sinde eşlerden birinin yahudilik dışı bir inanca mensup olduğu tespit edildi. Bu da, Yahudiliğin erozyona uğradığından endişe eden hassas yahudi çevreleri konuya çok daha duyarlı yapıyor.
Ve birçok politikacı kızı, evlilikleriyle bu tartışmanın ortasında kalıyor. ABD eski Başkan yardımcısı Al Gore’un kızı Karenna Gore da, 1997 yılında Wall Street’in bir zamanlar efsane ismi olan Alman Yahudisi Jacob Schiff’in torun çocuklarından  Dr. Andrew Newman Schiff ile evlenmişti. Üç çocukları olan çift daha sonra ayrıldı.
George W. Bush’un yeğeni Lauren Bush ise Ralph Lauren’in oğlu David ile sözlü. New York Daily News gazetesi Lauren’in, Bush’un kızı Jenna’nın 2008 Martındaki düğününe katılmamasının sebebinin de müstakbel damadının inancına olan tepkisinden olduğunu yazmıştı.
1986 yılında, ABD eski Başkanı John F. Kennedy’nin kızı Caroline Kennedy, Rus yahudisi bir ailenin sanatçı oğulları Ed Schlossberg ile evlendi. Ancak bu düğün kilisede yapıldı ve Caroline soyadını değiştirmedi. Çift hala Manhattan’da yaşıyor.
Kennedy ailesi aşırı Yahudilerce yıllarca anti-semitik bir aile olarak nitelendirildi. Kennedy ailesinden birçok kişinin Yahudi eşlerle evlenmesi de onlara bu bakışı değiştirmedi.
Ancak Clinton ailesi ile Yahudi toplumu arasında zaten çok ciddi bir sorun yok. Bill Clinton, yönetiminin birçok üst düzey noktasına Yahudi kökenli yardımcılarını atamıştı. 1990’lı yıllarda Arafat’ın eşi Süha’ya gösterdiği yakınlık sebebiyle çok sert eleştirilerin hedefine yerleşen Hillary Clinton da daha sonra, Yahudi nüfusun dünyada en kalabalık olduğu yerleşim birimi olan New York’tan senatör seçilecek düzeyde ilişkileri düzeltmişti.
Chelsea ile Mark’ın tanışıklığı da yeni değil. Ta çocukluklarından beri arkadaşlar. Üniversiteyi Stanford’ta beraber okudular. İş hayatları ikisini de Manhattan’da bir araya getirdi. İkisi de paranın dilini akıcı şekilde konuşabiliyor çünkü finans şirketlerinde çalışıyorlar. En azından Mark hala çalışıyor. Chelsea, Merill Lynch’teki işini bırakarak New York Columbia Üniversitesinde kamu sağlığı okumaya başladı. Mark ise, dünya finansının en kudretli ve en tartışmalı kurumu olan Goldman Sachs’ta banker.   
En baştaki soruma geri döneyim; Chelsea Clinton din değiştirip Yahudi olacak mı? Yahudi mektup arkadaşlarımı bu soru rahatsız edebilir ama bu benim sorum değil. ABD’deki Yahudi medyasının hararetle tartıştığı bir soru. Ben sadece aktarıyorum. Annesi Hillary Clinton Methodist mezhebine müntesip bir Hıristiyan. Baba Bill Clinton is a Güneyli Baptist cemaatinden bir Hıristiyan. Yani, Chelsea hala Hıristiyan.
Ancak Jewish World’e göre Chelsea yakında Yahudiliğe geçecek. Çünkü, muhafazakar Yahudi geleneğine bağlı ailenin, kendi cemaatlerinden bir Yahudiyi bir Hıristiyanla evlendirecek haham bulması imkansız. Yahudi Haber Ajansı JTA’nın yakın zamanda kurduğu ‘’Jewish Week’’ adlı gazete de Chelsea’nin yahudiliğe geçeceğini yazdı. 
Düğün, bir rivayete göre 30 Temmuz diğerine göre 31 temmuz günü olacak. Bir rivayete göre Clintonların New York’taki evlerine yakın bir arkadaş evinde bir rivayete göre New York tarihinin efsanevi zengini John Jacob Astor’un Hudson Nehri vadisindeki tarihi malikanesinde olacak. Düğün hazırlığını ABD Dışişleri Bakanı anne Clinton organize ediyor. Baba Clinton ise, ‘’bana sadece düğün günü Chelsea’nin koluna girme ve faturaları ödeme görevi verildi’’ açıklamasında bulunuyor. 500 civarında kişinin davet edildiği düğüne Başkan Obama’nın katılamayacağı belirtiliyor. Al Gore ve yakınlarda boşandığı eşi de katılmayacak. Ama, Hollywood büyük bir kalabalıkla New York’taki düğüne çıkarma yapacak. Tören de nikahı, hahamın mı, papazın mı yoksa ikisinin birden mi kıyacağı ise hala muallakta. 
Dedikodular bu kadar. Sizi de meşgul ettim. Einstein diyor ki, ‘’Hayatta başarının formülü A ise, A = X + Y + Z' dir’’ ve ekliyor, ‘’X= çalışmak, Y = oyun ve Z = çeneni kapatmaktır.’’
 Biz gazetecilerin yatacak yeri yok!
 Cemal Demir - Haber 7 - New York cemaldemir111@gmail.com

Kraliçenin düğünü fakirin çenesi


Cemal DemirCemal DemirHaber7

Kraliçenin düğünü fakirin çenesi

Bugünlerde düğünde görev alacak 29 polis köpeğinin özgeçmişlerini bile öğrenmeniz mümkün. Batı medyasında kraliyet düğünü histerisi bu kadarla sınırlı değil...


Neyse ki Türkiye’de yaşıyorsunuz da, ‘’ananı...’’, ‘’bozkurt’’, ‘’esfeli safilin’’ atışmalarına maruzsunuz. Bu seçim gündeminde arada hiç olmazsa hayatınıza bir şekilde etkisi de olabilecek şeyler de duyuyorsunuz siyasetçilerden, kıymetini bilin...
Anglo Sakson memleketlerde yaşayan garibanlarsa bugünlerde kusturacak seviyeye gelmiş bir kraliyet düğünü haber bombardımanına maruzlar. Neresinden düşünsem hayatımıza tesir edecek bir yanını bulamadım. Hangi açıdan yaklaşsam boşa... Kaç gündür emaillerimi kontrol ediyorum davetiye neyin gelir mi diye... Nijerya’dan gelen önemli iş teklifleri ve parasal fırsatlar dışında gelen giden de yok. Neyse ki yalnız değilim. Obama da benim gibi televizyondan seyredecek. Sadece dünyadaki hanedanlıklara davetiye göndermişler. Özellikle bugünlerde ‘krallığın var derdin var kardeş’ diye söylenip duran Arap ülkelerinin Kralları için teselli ikramiyesi gibi imdada yetişti bu düğün...
Kral olacak keriz ailesinden bellidir
Biz ‘kral’ demeyi muhtemelen Sırplardan öğrendik. Kelimenin kökeni İngilizce ve Almanca da dahil Cermen dillerin atası olan Pre-Cermenik dildeki ‘kerlaz’ kelimesi. ‘Sıradan ya da niteliksiz adam’ demek.  Hint Avrupa dillerinden biri olan Farsça’dan dilimize giren ‘keriz’ kelimesinin sırrı oralarda bir yerde yatıyor olabilir. Cermen dilinde de ‘kerl (adam)’ olarak yer alıyor. Eski İngilizce’de ‘ceorl’ oluyor, çiftçi, köylü anlamında. Orta İngilizce döneminde ‘churl’ olarak yer alıyor. Doğru tahmin ettiniz bizim ‘Şarl’a geldik geleceğiz. Frenklerin 700’lü yıllarda başına geçen Charlamagne vardır. Latincesi Carolus Magnus, yani ‘büyük adam’. Sanıyorum, kelimenin ‘sıradan köylü adam’dan krallığa terfi ettiği yer burası olsa gerek. Çünkü özelikle Doğu Avrupa’da birçok dilde ‘king’in yerine bu kelime kullanılmaya başlanıyor. Çekler bizim gibi ‘kral’ diyor, Polonyalılar ‘krol’ diyor, Macarlar ‘kirali’ diyor.
Çoğunuzun duymuş olduğunu tahmin ettiğim Batılı erkek adı ‘Charles (Çarls)’ da aynı kelime. Ahaliden adam demek. İngiliz ve Almanlar arasında bunun Carl ya da Karl şeklinde versiyonları da var (İngilizce’de ‘Charles’ isminin varyasyonları da yaygın: Charlie, Chip, Chuck). Yani Kral Marx desek özünde yanlış olmayacak. Ermenilerin Karlos’u, Çeklerin Karel’i, İtalyanların Carlo’su, Polonyalıların Karol’u (Papa Jean Paul’un gerçek adı), İspanyolların Carlos’u (Çakal Kral) vs hep aynı isim. Kaderin bir cilvesi işte, kimine sıradan niteliksiz adam, kimine kral... Prens Charles da hala niye kral olamadım diye düşünüyor. İsimden kaybediyorsun abi...
Gen’den, can’dan, kin’den, kan’dan bir ‘’king’’
Peki ya İngilizce ‘king’ kelimesi..? Bana sorsanız onun da ‘kral’ bir hikayesi var. Aslında İngilizce’de, aynı kelime ile eşanlamlı Fransız etkisi dönemde girmiş ‘royal’ ve Latin etkisi döneminde girmiş ‘regal’ kelimeleri de var ama ben ‘king’de sabit kalayım.
King’in kökeninin Eski İngilizce’de (OE), ‘cyn (kin)’ kelimesi olduğu yolunda teoriler var. ‘Kin’ Cermen dillerinde ‘aile ırk’ demek. Farsça da dahil birçok dilin atası olduğuna inanılan Pre Cermen dilde, ‘kunjan’ şeklinde yer alırmış. ‘’Aile soy sop’’ anlamında... Bilmiyorum bu ‘kunjan (kan-can)’ kelimesi sizi de benim kadar heyheylendirdi mi?
Kan da bir nevi ırk demek. Soy sop demek. Kin gütmek de, her halde ailevi ya da kuşaklar boyu devam eden bir düşmanlık gütmek gibi birşey. Aslında kurcalasan hepsinin altında Sanskrit dilinde, ‘soy-ırk’ demek olan ‘’janah’’ kelimesine çıkma ihtimali var. Bizim ‘can’ımızın kökeni yani. Bugünkü popüler ‘gen’ kelimesinin kökeni olan ‘genus’ da aynı kökten. Bir de eski Türkler de ‘kral’ demek olan ‘han’ var. Gen, kan, can, han ve kin’i akraba çıkarıp orta yere bıraktım, gerisi Parti Meclisimizin bileceği iş, hadi bakalım.
Demem o ki, Eski İngilizce (OE) döneminde Anglo ve Sakson kabileler, ‘’ağa’’  kelimesinin yerine işbu ‘king’ kelimesini kullanırmış. Gelenek oradan...
Her eve hayırlı bir ‘queen’ ver Allahım..!
Cermen dillerinde ve pre-Cermenik dillerde ‘karı, kadın’ anlamına gelen, ‘’Cwen, gyne, gwen vb’’ kelimeleri de zamanla ‘Queen’e evrilmiş. Sanskrit dilinde kadın demek olan ‘janis’e kadar yolu var. Kürtler kadına ‘jin’, Ermeniler ‘kin’ diyor. Devlet biraz destek verse, kelimeyi bizim Soğdca’dan aldığımız ‘hatun’a, ‘hanım’a kadar götürürüm. Ama tesis mesis yetersiz, elimizden tutan yok. Burada bırakıyorum.
Kral var, kral var...
Ne diyordum? Hah, kraliyet düğünleri her zaman ilginçtir diyordum. Filmlerde kaldığını sandığımız birçok geleneğin hala yaşandığını göstermesi açısından eğlendirici de olabilir. Ama eğri oturma gereği duymadan dümdüz doğru konuşalım. Dünyada o kadar krallık hala varlığını sürdürüyor, patır patır evlenip boşanıyorlar, ama hiçbirinin düğünleri İngiliz Sarayınınkiler kadar konuşulmuyor, neden? Sebebini bilmiyorum, ortaya soruyorum.
İngiliz Kültür Bakanı, 6 Nisan’da Bakanlar Kuruluna düğünle ilgili verdiği brifingde dünya üzerinde 2 milyar kişinin Kraliyet düğününü seyredeceğini açıklamış. Neden, gezegende yaşayan her 3 insandan biri işini gücünü bırakıp bu düğünü seyredecek? Peki bu gerçekten de bir düğün mü? Manzaraya bakıp diyebilirim ki, bir düğün izlemeyeceğiz. Eğlenceli olduğundan şüphe duymayacağımız özel bir gösteri bu. İngiliz havası... Baksanıza damadın babaannesi 60 milyonluk ülkede düğün gününü resmi tatil ilan ediyor. Böyle düğün, böyle kaynana gücü mü olur?
Londra’da düğün günü 1 milyona yakın Londralı Buckingham Sarayı ile nikahın kıyılacağı Westminster Abbey Kilisesi arasında, genç çiftin 1902 model otomobille geçişini seyredecek. Ülkenin birçok yerinde sokak partileriyle halk da eğlenceye katılacak. İngiltere Başbakanı Cameron bile sokak partisi yapacağını açıklamış. Downing Street’te tek komşusunun Maliye Bakanı Osborne ve bir Hazine Müsteşarı olduğunu düşünürsek, Cameron’un ‘sokak partisi’ az katılımlı ve sıkıcı olacak. Tipik İngiliz Başbakanı, hesapsız kitapsız konuşuyor. 
Batı medyasında kraliyet düğünü histerisi
Batı medyası histerik bir saplantı yaşıyor bu düğünle ilgili. Her kanalda her televizyonda Diana belgesellerinden, Kraliyet ailesine, Elizabeth’in diyetlerinden, William ve Henry’nin büyümesine onlarca belgesel, yüzlerce haber, film... Öyle ki bugünlerde karşılaştığım dostlarımla, ‘’Your Majesty’’li, ‘’Your Highness’’lı konuşmaya başladık. 
BBC tam 550 kşilik bir gazeteci ordusuyla şimdiden takip etmeye başladı Cuma günü gerçekleşecek düğünü. Bugünlerde BBC izliyorsanız, düğünde görev alacak 29 polis köpeğinin özgeçmişlerini bile öğrenmeniz mümkün. Ve düğün günü BBC tam 51 saat boyunca reklamsız, kesintisiz canlı yayın yapacak. Kurumda, ‘’ya bi dakka durun, ne yapıyoruz biz allasen?’’ diyecek tek bir akıllı kalmadığını düşünüp üzülüyorum. Genelde medya organlarını en kalabalık şekilde olimpiyat oyunlarında görürüz. Çoğu farklı tesislerde gerçekleşen müsabakaları yerinden izlemek isteyen her kurumun çaresiz katlanmak zorunda olduğu bir durumdur o, eyvallah. Misal BBC son Pekin Olimpiyatlarında 437 muhabir görevlendirmiş. Eyvallah... Ama 550 muhabir ile bir düğün takip etmek ayıptır, günahtır ya hu...
Çok yaşa Washington, sen de Kraliçem!
Benim asıl dikkatimi çekense Amerikan medyasının ve orta-üst sınıflarının yani WASP ahalinin ilgisi... Elbette orta sınıf bir İngiliz ailenin kızıyken günün birinde İngiltere Kraliçesi olmaya çok yaklaşmış Kate Middleton’un düğün günü giyeceği elbiseyi merakla sınırlı olsa bu alaka, sesimi çıkarmayacam. Ancak elit Amerikalılardaki bir tür ‘’şuuraltı müktesebatının’’ dışa vurumu var gibi gibi... Amerikalılar, bağımsızlık savaşıyla kurtuldukları İngiliz hanedanlığına hala derin bir bağ ve saygı duyuyor, artık hiç şüphem yok. Bunu, Kraliçe Elizabeth’in 2007 yılındaki Amerika gezisinde de kimseye çaktırmadan gözlemlemiştim. 1812’de İngilizlerin yıktığı Beyaz Saray’a bile yeniden badana yapmışlardı kraliçe gelecek diye... Kovboyluğu, usul erkan bilmezliği herkesin malumu W Başkan bile pek bir protokol abidesi kesilmişti. Dubya’nın 8 yıllık başkanlığı dönemindeki tek beyaz papyon resmi yemek Kraliçe onuruna verilmiş, Kraliçe gittikten sonra da Dubya onu nasıl karşıladığını, nasıl ağırladığını, özel anları özel bir belgeselle Amerikalılarla paylaşmıştı. Sömürge valisi heyecanıyla anlatıyordu. Tuhaf...
Hele, İngilizlerin Kuzey Amerika’ya ilk gelişlerinin 500’ncü yılını kutlayan Virginia adeta kırmızı halıyla kaplanmıştı. Gerçi, Kraliyet ailesi alışıktır kırmızı halıya. 60 yıldır annesinin yerine İngiliz tahtına geçmeyi bekleyerek, tarihin en uzun süreli ‘veliahtı’ olma rekorunu kıran Prens Charles da bir defasında, ‘’Çocukluğumda uzun süre dünyanın her yeri kırmızı halıyla kaplı sanıyordum’’ diye konuşmuştu.
Kraliçe Elizabeth’ten sonra hala yaşıyorsa Prens Charles kral olduğunda Diana’dan sonra evlendiği eşi Camilla’nın ‘kraliçe’ ünvanını alıp alamayacağını da İngiliz medyasından çok Amerikan medyası tartışıyor. Bu konu geçen gün New York Times’ın birinci sayfasında bile geniş yer işgal ediyordu. CNN ise bu düğünü takip etmek için 125 kişilik bir muhabir ordusunu görevlendirmiş durumda. Japonya’daki depremi bile, ‘’nasıl olsa bunların elinden kamera düşmüyor, epey YouTube videosu çıkar’’ diye herhalde sınırlı sayıda muhabirle takip etmişlerdi.
Şimdi bu neyin krallığı?
Bizim medyamız ve kaynaklarımız İngiliz Krallığı dese de bu krallığın orijinal adı ‘’United Kingdom (Birleşik Krallık)’’. İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda bu krallığı oluşturan 4 devlet.
Elbette ki Britanya adasında krallığın kökü çok daha eskilere, 9’ncu yüzyıla kadar gider ama bugünkü hanedanlığın başlangıcı 1714 yılında başlıyor. Bu hanedanlıkta en uzun süre tahtta kalan 1837 – 1901 yılları arasında hüküm süren Victoria’dır. Sanatta, kültürde, politikada ‘Victoria Dönemi’ olarak adlandırılan o çağda, Britanya Krallığı ‘üzerine güneş batmayan’ küresel bir imparaorluk haline geldi. 1920’li yıllarda yeryüzü coğrafyasının ve nüfusunun dörtte biri bu krallığa bağlıydı. İkinci Dünya Savaşı sonrası bu krallığa bağlı birçok koloninin bağımsız olmasıyla Britanya Krallığı da bugünkü sembolik haline kavuştu.
Kraliçe, 16 devletin devlet başkanı
Bugün Kraliçe, aynı zamanda, eski İngiliz kolonilerinin de katıldığı İngiliz Milletler Topluluğu’nun (Commonwealth of Nations) da başı sayılıyor. Günümüzde bu topluluğa tam 54 egemen devlet bağlı. Bu 54 devletten 16’sı Kraliçe’yi hala devlet başkanı olarak kabul ediyor. Kanada’da, Avustralya’da, Yeni Zelanda’da bugün bile ‘devlet başkanı’ makamı yoktur. Onların yerine ‘Vali’ vardır. Kraliçe, bu ülkelerin yönetiminde fiili  fonksiyona sahip olmasa da bu ülkelerin devlet başkanı sayılıyor. Ancak Kraliyet ailesini önümüzdeki 10 yılda çok daha zor günler bekliyor. Avustralya Başbakanı Julia Gillard, Kraliçe Elizabet öldüğünde ya da tahttan çekildiğinde Cumhuriyet ilan ederek, İngiliz tahtından kopmak istediklerini açıkladı. Kanada’da benzer sesler var. Prens Charles’ın annesinin sahip olduğu saygıya ve birleştiriciliğe sahip olmaması, Kraliyet ailesini İngiltere’de bile düşünülemeyecek durumlara düşürebilir. Demedi demeyin. Generallerin bile helikopterle pikniğe golfe gittiği ülkelerde yadırganmayabilir ama Kraliyet ailesinden Prens Andrew’nun helikopterle golf oynamaya gitmesi de İngilizleri fena halde kızdırmış durumda.
Monarşi yanlıları ve Cumhuriyetçiler karşı karşıya
Bizim İngiltere dediğimiz Birleşik Krallığın yazılı bir Anayasası bulunmuyor. Kraliçe devletin başkanı. Ülkenin resmi milli marşı da, ‘’God save the Queen (Tanrı Kraliçeyi Korusun)’’ zaten. Taht, İngiltere Milli Bütçesinden, sarayların, saray görevlilerinin ve seyahatlerin masrafları için yılda 62 milyon dolar alıyor. Yani her İngiliz senede 1 dolar ödemiş oluyor. Bu işin görünen kısmı. Saray muhalifi Cumhuriyetçilerin hesaplamalarına göre güvenlik ve vergi kesintileri de eklendiğinde sarayın İngiliz bütçesine gerçek maliyeti yılda 300 milyon doları buluyor. Ancak, Kraliyet yanlıları sarayın bu paradan çok fazlasını turistlerden çıkardığına dikkat çekiyor. Saraylar ve Kraliyetin turistlere açık tesisleri yılda 800 milyon dolardan fazla gelir getiriyor İngiliz devletine... Telegraph gazetesinden kraliyet yanlısı tutucu Gerald Warner, ‘’Alman cumhurbaşkanlığının maliyeti ile Kraliyet ailesinin maliyeti aynı. Ama kaç turist Alman cumhurbaşkanını görebilmek umuduyla kaldırımlarda bekler?’’ diye soruyor. Sonuçta İngiltere Kraliçesi dünyanın en zengin devlet başkanlarından biri. 2006 yılında Forbes 650 milyon dolarlık kişisel serveti olduğunu yazmıştı. Ancak resmi bir rakam yok.
Kraliyetin resmi sarayı Londra’daki Buckingham Sarayı. Ancak Berkshire’da aileye İngiltere devleti tarafından tahsis edilen Windsor Sarayı da var ki Avrupa’da halen kullanılan en eski ve dünyanın halen kullanılan en büyük sarayı.
Kraliçe dinin de koruyucusu
Kraliçe’nin bizde Padişahların ‘halifelik’ ünvanı gibi bir dini fonksiyonu da var. Üvanlarından biri de ‘’Deffender of Faith (Dinin Müdafii)’’. Çünkü, Kral ya da Kraliçe aynı zamanda, İngiliz milli mezhebi Anglikan Kilisesinin de başı sayılıyor. Anglikan Kilisesinin (ABD’de ‘başkanların ve elitlerin mezhebi’  olarak bilinen Episkopalyan kilisesi de Anglikan kilisesine bağlı) başpiskopos ve piskoposlarını Kraliçe atar. Bu hafta tüm Anglikan kiliselere gönderilen talimatnamede yer alan, ‘’Tanrı William ve Katherine’i yalnız bırakmasın’’ temalı özel duanın yapılması istendi. Devlet emriyle dua, daha neler... Kraliçe Elizabeth’in 2002’de ölen annesi Elizabeth Bowes – Lyon ile Prens Albert’in 1923 yılındaki düğününün BBC radyosundan canlı yayınlanması teklif edildiğinde Anglikan Kilisesi ileri gelenleri, ‘’Dua ve ayinleri radyo başında dinleyenlerin başlarındaki şapkayı çıkarmamış olabileceği’’ gerekçesiyle bu canlı yayına karşı çıkıp engellemişler. Cuma günkü kilise düğününü İngilizler ellerinde bira şişeleriyle televizyon karşısında seyredecek. Hey gidi...
Düğünü fırsata çevirmek isteyen Cumhuriyetçiler
İngilizlerin yarısı düğünle ilgilenmediğini söylese de, ülkenin dörtte üçü Kraliyet ailesinin devamından yana. Cumhuriyete geçmek isteyenlerin oranı hala en iyi günlerinde beşte bir civarında. Cumhuriyetçiler bugünlerde, düğünü, şaşaasını ve patırtısını, Cumhuriyet propagandalarına olan ilgiyi artıracağına inanıyor. İngiliz Vogue dergisinden Alexandra Shulman, Kraliyet düğünlerini İngilizler için, Amerikalıların George Bush’un ‘terörle savaş’ politikasına benzetiyor: ‘’Eğer karşı değilseniz, gönülsüz de olsa destekliyorsunuz’’.
Ancak, ülke 1920’li yıllardan beri en büyük kemer sıkma politikalarının baskısı altında. İngiliz gazeteci Ian Jack bu haftaki Newsweek’teki makalesinde, hayatı boyunca İngilizler ülkelerinin geleceği konusunda bu kadar karamsar görmediğini yazıyor. İngiliz tahtının varisi Prens Charles ve eşi Camilla’nın arabası 2010 Aralık ayında protestocuların fiziki saldırısına bile uğradı. Bu İngiltere’de düşünülemeyecek birşeydi. Kraliyet karşıtı hareketin sembol grubu Republic’in sözcüsü Graham Smith, ‘’Kate ve William’ın nişanlandıkları Kasım ayından beri üye sayılarının yüzde 50 arttığını söylüyor. Düğünün sadece güvenliği için 33 milyon dolar harcanacak olması da üye sayısını arttırıyor. Ancak yine de Cumhuriyetçilik, İngiltere’de ana akım bir hareket olmaktan çok uzak.
Ancak, ne olursa olsun İngilizlerin çoğunluğu için Kraliyet, ‘’birliğin ve temadinin sembolü’’. Economist’ten Bagehot, İngilizlerin mitolojik kraliyet ailelerini sevdiğine dikkat çekiyor ve ‘’Eğer, Kraliyet ailesi toplumun dışında ve üstünde yaşamaya devam ederse varlığını devam ettirir. Ancak eğer sosyetenin başı gibi davranıp elitlerin içinde sosyal hayata karışırsa hanedanlığı ben bile kurtaramam’’ diye yazıyor.
İngiliz Kraliyet ailesinin Alman olduğunu biliyor musunuz?
Şimdi, Bir nevi ‘genç Semih modeli’ olacak ama şu son dakikalarda izin verirseniz fileleri bir kez daha havalandırmak istiyorum.  Pekçoğunuz bu İngiliz Kraliyet ailesine bakıp bakıp ‘tam bir İngiliz aile’ sanıyor olabilirsiniz. Oysa ki bu ailenin atası olan Hanover Prensi ve dahi İngiliz Kralı 1’nci George’tan yani 1714 senesinden 20’nci Yüzyılın başlarına kadar, Kraliyet ailesi çoğunlukla Alman kökenlilerden oluşurdu ve aile bununla açıkça gurur duyardı. Hatta 1714’te İngiliz Kralı olan Kral 1’nci George’un Almancası İngilizcesinden daha iyiydi. Victoria bile Alman Prens Albert’in torunu olarak yarı Alman. En büyük kızını da bir Alman prensiyle evlendirdi.
Ancak 1’nci Dünya Savaşı kopunca ve İngilizler ile Almanlar karşı karşıya gelince bu ‘’Cermenik’’ bağ, Kraliyet ailesi için ‘ayak bağı’ olmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz Kralı olan 5’nci George ailenin ‘’Saxe-Coburg-Gotha (Alm: Sachsen-Coburg und Gotha)’’ şeklindeki soyadını değiştirdi ve Anglo Sakson kelime olan ‘’Windsor’’u yeni soyadı olarak ilan etti. İngiliz Kraliyet ailesi 1917’den beri ‘’Windsor’lar, hanedanlık da ‘’The House of Windsor’’ olarak biliniyor.  1947 yılında Elizabeth ile evlenen Prens Philip ise Mountbatten soyadını muhafaza ediyor. Ancak Kraliyet ailesi Windsor olmaya devam etti.  Philip bir defasında, ‘’Çocuklarım benim soyadımı bile alamıyor. Kendimi amip gibi hissediyorum’’ diye yakınmış. Kraliçe ile evlenmiş bir de maçoluk yapıyor. Kesin sarhoştu bu lafı ederken…
İlginçtir, Kraliçe Elizabeth’in kocası ve bugün sarayın gizli sahibi olarak görülen, komplocu bazılarınca Prenses Diana’nın ölüm emrini verdiği iddia edilen Prens Philip’in 4 kız kardeşi de Alman asillerle evlendi. Bazılarının Nazi bağlantısı sebebiyle bu 4 kızkardeş de Philip ile Elizabet’in 1947’deki düğününe davet edilmedi.
3 imparator 3 kuzen 3 düşman bir büyük savaş
Sadece bu değil tabii ki… Bu Kral 5’nci Corc ile, düşman Almanya’nın o dönem başındaki imparator Kaiser Wilhelm kuzendirler. Yine bitmedi aynı dönemde Rus Çarı olan 2’nci Nikola da bu ikisinin kuzeni.  Bir King, bir Çar ve bir Kayzer. King’i konuşmuştuk. Çar ve Kayzer aslında aynı kelime. İkisi de ‘’Sezar (Caesar)’’dan geliyor.
Meraklısını, Miranda Carter’ın geçen yıl yayınlanan, ‘’Three Cousins, Three Empires and the Road to World War One (3 Kuzen, 3 İmparatorluk ve Birinci Dünya Savaşına Giden Yol)’’ kitabına havale ediyorum.  George ve Wilhelm, Kraliçe Viktorya’nın torunları olarak birinci dereceden kuzendirler. 2’nci Nikola ile Kral Goerge’un ise anneleri kardeş. Yaklaşık olarak birbirinin aynı yaşta olan bu 3 kuzen, yaklaşık aynı tarihlerde Avrupa’nın 3 kudretli devletinin başına geçtiler ve Birinci Dünya Savaşında Avrupa’yı yaklaşık aynı Alman usulde birbirine kattılar.
Bütün hışmımla meslektaşlarıma verip veriştirmek için yazmaya başlamıştım. Dünyanın onca hali varken ne var bir düğün hakkında  yazacak haber yapacak bu kadar şey diyecektim ki şu düştüğüm hale bakın. Çenem de fena yoruldu…
Dilerim birgün Cumhuriyetçiler kazanır da Kate ile William ömürlerinin geri kalanında insan gibi bir ‘evlilik’ yaşama şansına kavuşurlar.
Cemal Demir - Haber 7cemaldemir111@gmail.com

Nasreddin Hoca'yı kim öldürdü?

Cemal DemirCemal Demir
Haber7

Nasreddin Hoca'yı kim öldürdü?

Ladin, savaş endüstrisinin altın yumurtlayan tavuğuydu. Öyle ki Bin Ladin öldürülmeden savaş bitirilseydi, bakın ABD halkının sorusu ne olacaktı?



Bin Ladin’in öldürüldüğüne dair haber Obama’ya iletildiğinde ABD’nin doğu yakasında 1 Mayıs Pazar öğle saatleriymiş. Biz birkaç saat sonra duyduk.
Eğer günlerden 1 Nisan olsaydı ve, ‘’10 yıldır bulunması ve öldürülmesi amacıyla 1 milyona yakın kişinin öldürüldüğü Bin Laden öldürüldü, bir iki saat içinde otopsi, DNA testi neyin varsa hepsi tekmilen yapıldı, cesedi denize gömüldü, yandı bitti kül oldu’’ haberini duysaydık, 1 Nisan şakası sanacaktık. Oldukça ‘sürreal’ bir gün yaşadığımız kesin. 
 
ABD’de herkes olayın coşkusunu, dünya ise bu büyük haberin rahatlamayla karışık şaşkınlığını yaşıyor. Ancak duygular yatıştıkça, 10 yıldır sorulan soruların cevapları yerine daha büyük sorularla yüzyüze olduğumuz gerçeği belirginleşiyor. Herkesin Afgan dağlarında sandığı adam, meğer ABD’nin de Pakistan ordu ve istihbaratının da çok rahat ulaşabileceği bir yerdeymiş. Üç tarafı açık, tek tarafı kapalı ve kapısında kocaman bir kilit olan mekanında. Bu mekana,Steven Seagal filmleri tadında bir operasyon hikayesiyle 10 yıllık kanlı ve gizemli bir dosyanın kapanması mümkün mü şimdi?   
 
Nitekim, Nasreddin Hoca’nın torunlarından Yaşar İliksiz Bey, dün sıcağı sıcağına yazdığı yazıda, dedesinin torunu olmanın şanına yakışır şekilde, ‘’Yaşadığınainanmışsanız elbette öldüğüne de inanmak zorundasınız...’’ diye çıkışmış bize... Kazan fıkrasını hala her anlatışımda gülerim de insanlar ‘bu çağda hala kazan fıkrasına gülen var. Hem de kazık kadar yaşa gelmiş’ diye şaşırır. Nasreddin Hocanın ilkokul kitaplarıyla hayatımızdan çıkıp gitmesine asabım fena bozulur.  Onu bizim bu küçük düşürücü ülfetimiz öldürüyor asıl. 
 
Irak’ı kuşa çevirdi
 
Neyse, ben hikayeye döneyim… 11 Eylül’de saldırıya uğrayan ABD hemen Afganistan’da olduğunu bildiği Bin Ladin’i aramaya koyuldu. Ancak, askeri akademide Nasreddin Hoca fıkraları okutulduğu için belki de, ABD Afganistan karanlık gerekçesiyle Ladin Irak’ta aradı. Arama sırasında Irak’ı yerle bir etti. Yüzbinlerce kişinin doğrudan ya da dolaylı ölümüne neden oldu. Bir de ‘’Irak’ı demokratikleştiriyoruz’’ bahanesine sığınıldı. 
 
Hoca yolda bir leylek bulmuş. Hayatında daha önce hiç görmediği bu kuşu alıp evine götürmüş. Uzun gagası ve bacaklarını çok yadırgamış. Tutup bir güzel kesivermiş onları. Sonra da yaptığı işten memnun şekilde karşısına geçip söylenmiş: ‘’Bak şimdi kuşa benzedin!’’ 
 
Irak’ı kuşa çeviren Bush’un kalan 7 yıllık başkanlığı dönemince Bin Ladin adını pek duymadık. Daha doğrusu ‘hedef’  olarak duymadık da ‘bahane’ olarak çok duyduk. 
 
Ladin, savaş endüstrisinin altın yumurtlayan tavuğuydu.

Öyle ki, insanlık tarihinin en muazzam tekonoloji ve istihabarat ağına sahip ABD, 10 yıl boyunca, şeker hastası, belki de diyalize bağlı olacak derecede böbrekleri sorunlu, üstüne tansiyonu düşük 50’li yaşlarındaki birini bulamadı.
Beynimize bu yüklenme yetmezmiş gibi üstüne, bu kişinin, her hangi birini 2-3 ayda yakayı kaptıracak onca hastalığına rağmen, dünyanın en gelişmiş teknoloji ve istihbarat ağından saklandığı mağaralardan, aynı zamanda, son derece sofistike bir terör örgütünü yönettiğine inanmamız istendi. ‘Bir ihtimal daha var, o da sormak mı dersin’ diyen her insan evladına  ‘a ha komplocu, sen kesin aya ayak basma işine de terssin’ yaftası vuran epey gayri Amerikan dünyalının olması da işi kolaylaştırıyor tabii ki…  
 
Yetmedi, adeta yerin yarıldı içine girdi gibi olan bu zengin Suudi teröristin, milyonlarca dolar parasıyla Sudan’dan, Filipinlere, Afganistan’a, Çeçenistan’dan Bosna’ya kadar birçok grup ya da hücreyi finanse ettiğine inanmamız istendi. Amerikan medyası yıllar boyunca Bin Ladin’in 100 milyon dolarlık servetini bu ülkelere göndererek terörizmi ve fundementalizmi desteklediğini kaydetti. Bu derece büyük paraların nasıl olup da hiçbir istihbarat ağına takılmadan seyahat edebildiğini sormadı medya.. Bizim tezgahımıza ise ana akımda komplo zabıtaları el koydu. Bu ‘’sebebnen’’ 10 yıl oldu, Bin Ladin ailesinin servetinin neden bloke edilmediğini de soramadık. 
 
Bin Ladin sadece imajinatif varlığıyla, ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da ve daha birçok petrol, maden ‘’neyin’’ olan yerde istediği operasyonu yapmasına uluslararası meşruiyet sağlıyordu. Aynı zamanda, Amerikan halkının da savaşlara çarnaçar destek vermesine yarıyordu. Şimdi hepimiz Amerikan savaş endüstrisinin durup duruken bu altın yumurtlayan tavuğu neden kestiğini merak ediyoruz. Bazıları diyor ki, ‘establishment’ nakite fena halde sıkıştı da ondan kesti bu tavuğu. Bir bakalım; 
 
Ekonomiyi düzeltmenin en iyi yolu savaştır masalı
 
3 vakit evvel ‘Soğuk Savaşı eriten sıcak konuşma’’ bağlığıyla yazdığım yazıda,  İkinci Dünya Savaşında Avrupa’yı ‘kurtaran’ Orgeneral Ayzınhavır’ın 1952 yılından itibaren 8 yıl yönettiği ABD’de başkanlığı Kennedy’e devretmeden 3 gün önce yaptığı konuşmanın yapıbozumunu yapmıştım. Detayları orda kalsın o yazıdan bir bukle seslendirmek isterim: 
 
Eisenhower, veda konuşmasında Amerikalıları, ülkelerini, özgürlüklerini ve demokrasilerini tehdit edebilecek bir düşmana karşı uyarıyordu. Bu ‘potansiyel’ düşman ne Sovyetler ne Çin ne de başka biriydi. ‘’Endüstriyel askeri kompleks’’ dediği, silahlı kuvvetler, Pentagon ve onları donatan silah sanayi üçgenindeki ilişki ağıydı. Bu uyarıyı bir komplo teorisi yazarının değil, bu ilişki ağını ve görünmeyen yüzünü çok iyi bilebilecek konumda parlak bir asker ve şahin bir Başkan’ın yapması, konuşmayı sıradışı yapan en önemli yapan özellik. 
 
Ülkenin askeri harcamalarının ve askeri savaş endüstrisinin devasa boyuta gelmesinin ABD için bile yeni bir tecrübe olduğuna dikkat çeken Ayzınhavır’ın kullandığı ‘military-industrial complex’ ifadesi, sonraki yıllarda silah sanayi – ekonomi – politika ilişkisinin en çok kullanılan kavramlarından biri oldu. 
Ayzınhavır’ın bu konuşmasıyla meşhur ettiği önemli kavramlardan biri ise, ‘unwarranted influence (gayrimeşru tesir)’ ifadesidir.
 
İkinci Dünya Savaşının da etkisiyle ordunun, Amerikan politik, ekonomik ve hatta manevi hayatının merkezine yerleştiğine dikkat çeken Ayzınhavır, ‘’Böyle bir amaçları olsa da olmasa da, askeri sınai kompleksinin devlette gayrimeşru tesir kazanmasına karşı tetikte olmalıyız. Böylesi yersiz bir gücün büyüme potansiyeli var ve bunda ısrar edecek. Bu ittifakın demokratik gelişimimizi ve özgürlüklerimizi tehdit edecek boyuta gelmesine izin vermemeliyiz’’ diyordu. 


Ancak, ekonomide ‘askeri Keynesyan’ bakış altın çağını yaşıyordu. Bu anlayışa göre devletin askeri harcamaları ekonomiyi büyütürdü. Kennedy bile 3 yıllık döneminde bu politikaları sahiplendi. Ta ki Jimmy Carter’a kadar. Carter, tarihçi Michael Sherry’nin ‘’1930’lardan beri savaşın gölgesindeki ABD’’ adlı kitabında anlattığına göre başkanlığına, ‘’Amerika’nın askerileştirilmiş geçmişiyle bağını koparma gayesiyle’’ başladı. Ancak, başkanlığı, etkili ve geniş bir koalisyon karşısında dördüncü yılda suya düştü.
Savaş partisinin bugün bile Carter’a hıncı dinmiş değil. Reagan’ın başkanlığı ise askeri sanayi kompleksin altın yılları oldu. Clinton döneminde sönmeye başlayan ikbal, 11 Eylül’ün ateşinde yeniden parladı. Arjantin’in geçtiğimiz günlerde ölen devlet başkanı Nestor Kirchner, geçen yıl film yönetmeni Oliver Stone ile yaptığı sohbette,  George W. Bush’un Meksika’daki Amerikalar Zirvesi sırasında kendisine, ‘’Ekonomiyi düzeltmenin en iyi yolu savaştır’’ dediğini söylemişti.
 
Sadık bendeleri diyor ki: İmparator çıplak
 
Ancak gel gör ki, koskoca Amerika, savaş partisinin kazanma hırsını daha fazla taşıyamayacak hale geldi. 2008 krizi, ‘imparatorun çıplak’ olduğunu gösterdi. Ve son günlerde, ABD, kendisine hep sadık kalmış küresel ekonominin iki altın çocuğundan iki ciddi fiske yedi. Önce uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu S&P, ABD'nin kredi notu görünümünü ilk defa negatife çevirdi.  
 
Bugüne kadar ABD’nin kredi itibarını sorgulamaya kimse cesaret edemezdi. Finans piyasaları için bir tabuydu. Kredi piyasalarında her zaman yazılmamış gizli bir kural olarak ABD’nin AAA kredi notuna sahip olduğu kabul edilirdi. Muteber bir borçlanıcı olduğundan değil, onun borçlanmasının değerini düşürmek, küresel bir başka krizi tetikleyecek diye korkulurdu. 
 
Demokratlar ve Cumhuriyetçilerin bugünlerde bütçeyi nasıl dengeleyecekleri konusunda anlaşamıyor. Eğer 2 taraf bir iki hafta içinde anlaşamazsa ABD ulusal borçlanma tavanına ulaşmış olacak. Bu ne demek. Devleti idare edebileceği parası kalmayacak demek. Bin Ladin dumanında kaybolmasın diye bird aha diyeyim: Yani koca ABD birkaç hafta içinde iflas edebilir. 
 
AAA notu, bu nota sahip ülkenin borç aldığı parayı zamanı gelince son kuruşuna kadar ödeme garantisine sahip bir potansiyelde olduğu anlamına geliyor. Rusya’nın önde gelen finans uzmanlarından Sergei Shelin’in Gazeta.Ru’da, ‘’ABD örneğinde bu apaçık bir yalandı.’’ diye yazdı.

ABD, finansal olarak Portekiz’den bile berbat durumda. Portekiz’in milli borcu, gayri safi milli hasılasının yüzde 90’ı civarındayken ABD’nin milli borcu iki hafta içinde GSH’nın yüzde 100’üne ulaşacak. Üstüne, ABD’nin yıllık bütçe açığı da Portekiz’den çok kötü. Ama gel gör ki, Portekiz, dünyada kredi aramaya çıktığında eğer borç veren de bulursa, riskin var kardeşim denerek çok yüksek faizle borç veriliyor. ABD kolayca ve düşük faizli borç bulabiliyor. Tabii ki ‘dolar’dan dolayı. Ancak doların güvenilebilirliği de artık şüpheli. Dolar şoku yaşamasının da çok uzak olmadığının işaretleri var. 
 
Shelin’e ve birçoğuna göre dolar balonu patladı patlayacak. ABD’nin finansal hakimiyeti sona erecek. Ve Daily Mail gazetesinin de yazdığı gibi, yakın gelecekte dünyanın her yerindeki finans çevreleri artık güne ABD ekonomisinin son durumu nedir diye bakarak başlamayacak. ABD ekonomisi ile küresel ekonomi arasındaki bağ ana belirleyici olmaktan çıkacak. Tam bu şekilde keskin ifadelerle olmasa da bu kehanete bir başka ABD sadık kuruluşu da katıldı geçen hafta. IMF, 2016 yılında küresel ekonominin liderinin Çin olacağı öngörüsünü açıkladı. 
 
Gücüne güvenen her imparatorluğun akıbetini yaşıyor
 
Tabii ki S&P’nin IMF’in Rus ekonomistlerin vs rakamları değil sadece, ortada bir ‘realite’ var. O da ABD, küresel gücüne güvenerek kendi gerçekliğine ısralı şekilde gözlerini kapadı. Aslında bu gücünün sınırlarına ulaşan tüm imparatorlukların paradoksudur. ‘’Amerikan imparatorluğu 2025 yılında mı çökecek?’’ başlıklı yazıda da bu mevzuyu detaylı paylaşmıştım. 
 
Ekonomi haberlerini dikkatli  okuyanlarınız görmüştür ABD’nin milli borcu  bu yılın başında 14 trilyon dolar sınırını aştı. Ve Hazine Bakanı Geithner’in açıklamasına göre 16 Mayıs gibi de yasal borçlanma yetkisi tavanına ulaşacak. Eğer son iki haftada Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, bu tavan ve harcama politikaları konusunda anlaşmayı başaramazsa, ABD resmen ‘müflis devlet’ sınıfına girmiş olacak.  Gerçi Geithner, son anda devreye sokup bu kıyamet saatini Temmuz başına erteletebilecek kötü gün rezervleri olduğunu da söyledi ama ha Mayıs ortası ha Temmuz başı, iflas iflastır. 
 
+18 uyarısı koyacak kadar vahim bir tablo
 
ABD ekonomisinin kara deliğinin muazzam büyüme hızını canlı seyretmek isteyenler, http://www.usdebtclock.org  adresinden an be an borcun, harcın yükselişini takip edebilir. Siteye girdiğinizde karşınıza çıkan +18 uyarısı koyacak kadar vahim bir tablo açıkçası…

ABD’nin şu saniye itibarı ile borç faizi 206 milyar 432 milyon dolar. Şu saniye itibarı ile ülkenin milli borcu 14 trilyon 266 milyar 330 milyon 100 bin dolar. Her Amerikalı şu saniye itibarı ile 46 bin 83 dolar borçlu. 2010 yılında sadece Karayip adaları bankalarına 168 milyar dolar (acaba bu bankalardaki kimin parası), İsviçre bankalarına 107 milyar dolar borcu var. En kötüsü de Çin. 1,5 trilyon dolardan fazla ABD hissesi, senedi, tahvili elinde. 
 
Nasrettin Hoca bir gün birisinden borç almış. Adam borcunu geri istiyormuş Nasrettin Hoca vermiyormuş. Alacaklı birgün yakalamış hocayı, ‘’Seni kadıya şikayet edecem’’ demiş ve etmiş. Sonra da hocanın yanına gelip, ‘’Hadi bakalım hoca efendi kadıya gidelim’’ demiş. Hoca da, ‘’Tamam’’ demiş ‘’ama bu soğukta nasıl gideyim. Sen bana bir tane kürk ver’’ demiş. Adam da çıkartmış en iyi kürkünü hocaya vermiş
Hoca bu kez, ‘’Ben yürüyemem eşek  de ver’’ demiş. Adam çaresiz eşeği de vermiş ve gitmişler kadının karşısına. 
 
Kadı hocaya sormuş;
’’Sen bu adamın parasını niye vermiyosun?’’ Hoca bütün ciddiyetiyle, ‘’Benim borcum yok ona. Bu adam böyledir, şimdi sırtımdaki kürke de sahip çıkar’’. Adam fırlamış yerinden, ‘’Kürk benim değil mi?’’ diye bağırmış. Hoca daha da neşelenerek, ‘’Şimdi altımdaki eşeğe de sahip çıkar’’ demiş. Adam,
’’Eşeği de ben verdim’’ demiş acıklı acıklı. Kadı, tabii ki hocanın haklı olduğuna karar vermiş.
 
Ne tarafa soyunduysan o tarafa dön
 
Çin de mecburen en büyük rakibi ABD’nin üzerine titriyor. Ne yapsın adamlar. Köylünün biri hocaya gelip:
"Abdest almak için soyunup göle girdiğim zaman ne tarafa döneyim" diye sorar. Hocanın cevabı ekonomistlerin kulağına küpedir:

"Ne tarafa soyunduysan o tarafa dön ki, elbiselerini çalmasınlar."
 
’Kardeş Ladin diyordun, alakasız şekilde ABD ekonomisine girdin, hayırdır?’’ diyenler olabilir. Oysa ki alaka daha sıcak, çok uzağa gitmiş olamayız.
 
ABD’de ekonomisinin kıyamet saati bu sene içinde oluşmadı. Petrol ve silah sanayini karun gibi zengin eden politikalar ABD bütçesini ve Amerikalının cebini soyup soğana çeviriyor. ABD’nin Irak ve Afganistan savaşının şu ana kadarki tahmini maliyeti 1,3 trilyon dolar. Hala devam eden Afgan savaşı ABD’ye günde 300 milyon dolara mal oluyor. ABD bütçesinin savunma ve savaşa ayırdığı resmi para şu an itibarıyla 696 milyar dolar. Birkaç sabaha 700 milyar doları bulur. Ayzınhavır’ı yattığı yerde dört dönderecek bir savunma bütçesi. ABD ordusunun sadece askeri bandolarının maliyeti yıllık 317 milyon dolar diyeyim de, bando mızıka her bişey  tam olsun. 
 
Gerçi israf kültürü bu imparatorluğun genlerine kadar işlemiş. Geçenlerde ABD’de yılda 1,2 trilyon dolarlık lüks harcama yapıldığı açıklandı. Bir Hindistan haber sitesinde okudum. Okuyucu yorumlarından biri, ‘Oha, Hindistan’ın yıllık gayri safi milli harcaması kadar’ diyor, güldüm. Adamların sadece lüks giderleri, bizim bütün bir ülke olarak harcadığımız paradan yüzde 20 daha fazla. Gezegen sallanır be, yer küre çatlar be, insaf… 
 
Bin Ladin öldü, yapı paydos!

İşte, ‘Reaganomic’ tabirinin yaratıcılarından Reagan dönemi Hazine Bakan Yardımcısı Paul Craig Roberts de dün ‘sıcağı sıcağına’ merak etmiş ve sormuş Bin Ladin neden öldürülerek 10 yıldır devam eden şova aniden son verildiğini. 
 
Wall Street Journal da dahil birçok medya kurumunda editörlük de yapan Roberts, ‘’Her halde doların dış piyasalardaki tehlikeli düşüşü, artık savaş harcamalarını derhal kesmeyi gerektiriyor.’’ diye yazıyor. ABD Hazine Bakanlığının iki numaralı koltuğunu işgal etmiş Roberts şu iddialı cümleyi de yazabilmiş: ‘’Doların erimesi kırılma noktasına ulaşıncaya kadar, birçok uzmanın yıllar önce öldüğüne inandığı Bin Ladin, savaş umacısı olarak ABD askeri/güvenlik kompleksinin karlarını beslemeye yaradı.’’ Ölmüş adam öldürüldü, yapı paydos edildi iddiasında… 
 
Şimdi ABD, artık rahat şekilde savaştan çekilebilir. Nasrettin Hoca eşeğine binmiş, köy içinde gururlu gururlu dolaşıyormuş. Tam bir köylüsünün yanından geçiyormuş ki dengesini kaybedip düşmüş. Adam başlamış gülmeye. Çalımı bozulan Hoca fena bozulmuş: ‘’Ben inecektim zaten.’’
 
ABD bu savaşı biraz daha bitirmezse bu savaş ABD’yi bitirecek. Bin Ladin öldürülmeden savaş bitirilseydi, ABD halkı, ‘’biz bu trilyonluk  .ku niye yedik’’diye sorabilirdi. İki gündür ortalama Amerikalının zafer sevincine şahitliğimle diyebilirimki, ABD şimdi artık savaşı bitirebilir. Ama, savaşı kesmekle bu borç okyanusuna maya tutturabilir mi göreceğiz. Kimse emin değil, herkeste ‘’ya tutarsa’’ havası var.   
 
Belki de bunların hiçbiri değil, herşey resmi açıklamalardaki gibi cereyan ediyor. 
 
Nasrettin Hoca bir gün yolda giderken yorulmuş, tarlanın kenarındaki ceviz ağacının altında dinlenmek için oturmuş. Tarladaki kabaklara şöyle bir bakınıp ağacın altına uzanmış. Ve sırtüstü uzanıp ağaçtaki cevizleri görünce şöyle söylenmiş:

"Ey Allahım hikmetinden sual olunmaz amma, incecik bitkinin sapında kocaman kabak var, koskocaman ağaçta küçücük ceviz var, bu nasıl iş?". O esnada ağaçtan bir ceviz hocanın kafasına düşüp, ceviz büyüklüğünde şiş yapmış. Hoca acıyla karışık mahcubiyetle bir daha söylenmiş:
"Yarabbim sen en iyisini bilirsin".
 
Tabii ki işin doğrusunu Allah bilir. 

Cemal Demir - Haber 7