4 Kasım 2011 Cuma

Atatürk elbette diktatördü!

Cem Küçük
Cem KüçükHaber 7

Atatürk elbette diktatördü!

Atatürk neticede bir tek adamdı. Fikirleri asla tartışılmaz ya da onlara karşı gelinmezdi. İtiraz edeceklerin akıbetleri belli değildi.





Mustafa Kemal bir Osmanlı paşasıydı. Abdülhamit'in kurduğu okulda okudu. İttihat ve Terakki Partisi üyesiydi.
Enver, Talat, Cemal Kupa üçlüsünden farklıydı Atatürk. Evet, hırslıydı. İhtiraslıydı. Planları vardı. Ama Enver gibi tedbirsiz ve akılsız değildi. En az onlar kadar vatanseverdi. Kupa Üçlüsü (Enver, Talat, Cemal) Turan ülkesine ciddi biçimde inanmış askerlerdi.
Bu üçlü Almanlarla işbirliği yaptı. Sırtlarını Almanlara dayayarak her şeyi halledeceklerini sandılar. Daldıkları hülyalardan bir türlü uyanamadılar. Abdülhamit'in 33 yıl savaşa sokmamayı başardığı Osmanlı İmparatorluğu 1. ve 2. Balkan Savaşları'yla neredeyse çapulcu ordularına yenildi ve önemli topraklarını kaybetti. 
Enver,Talat, Cemal üçlüsü bu yenilgi üzerine soluğu yurtdışında aldılar. Durum o kadar kötüydü ki, halk üzerinde İttihat ve Terakki üniformalı bir subay gördüğünde hemen üzerine saldırıyordu.
Mustafa Kemal darmadağın olmuş ve iflas noktasına gelmiş orduyu toparlaması için bizzat Vahdettin tarafından Samsun'a gönderilmişti. Resmi tarih hayranları nedense bu ve buna benzeyen birçok gerçeği görmezler.
Sonuçta Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı'yla ülkeyi düze çıkardı. Ancak Misak-ı Milli sınırları içindeki Musul-Kerkük'ü İngilizlere bırakmak zorunda kalmıştı. I. Meclis'te bu konuda sert tartışmalar olmuş, Atatürk'e sert muhalefet yapan Ali Şükrü Paşa, Topal Osman tarafından öldürülmüştü.
Atatürk döneminde bu tür sert tedbirler pek sık görülecekti. Neticede Mustafa Kemal 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'i kurdu ve modern Türkiye'nin temellerini attı. Bugün Cumhuriyet'i hararetle savunanlar nedense Cumhuriyet'le ne anlatılmak istendiğini hiç anlamadılar. Cumhuriyet demokrasi olmadan hiçbir anlam ifade etmez. İngiltere bildiğin krallıktır, ama demokrasi vardır. İran, Azerbaycan, Suriye gibi ülkelerde Cumhuriyet vardır ama demokrasi yoktur. Serbest seçim yoktur. Ülke tek bir kişinin ya da zümrenin yönetimi altındadır.
Bizdeki Cumhuriyet sonraları Kemalizm illetine bulaştırılınca maalesef ortaya hiç istenmeyen bir yönetim çıktı. Bugünlerde çok sık yaşadığımız, "Atatürk diktatör müydü?" tartışması biraz da bu kavramların içlerinin yeterince doldurulmamasından kaynaklanır. Ya da bir kesim tarafından kavram kargaşası yaratılarak meselenin özü anlaşılmaz.
Atatürk diktatör müydü, sorusunun cevabı bellidir. Elbette diktatördü. Başka türlüsü olabilir miydi? Olabilirdi, ama bunun nedensellik ilkesinin açığa kavuşturulması gerekir.
Bir kere Cumhuriyet ilan edildi, ama ülkede başka parti yoktu. Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Terakkirperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Ama bunlar kısa sürede kapatıldı. Eğer bu iki parti seçimlere girse muhtemelen Cumhuriyet Halk Fırkası yenilgiye uğrayacaktı. Tamam, Atatürk dehaydı, iyi komutandı. Ama Atatürk'ün izlediği politika ülkenin yapısına ters ve halkı dışlayan bir modeldi. Serbest seçim yok, demokrasi yok, haklar yok.
Dayatılan her reforma ya da inkılâba kimsenin itiraz etme şansı yoktu. İstiklal Mahkemeleri'nin kayıtları hâlâ tam olarak açıklanmadı. Taha Akyol'un muhteşem kitabı "Ana Hangi Atatürk?" Atatürk'ün ne tür siyasetler izlediğini, nasıl fikir değişikliğine gittiğini, onun kafa yapısını örneklerle anlatır.
Ayrıca Andrew Mango'nun Atatürk biyografisi Atatürk'ün daha hayattayken kendi putunu nasıl yarattığını ve tüm ülkeye diktirdiği kendi heykelleriyle Kemalizm ideolojisinin temellerini attığını ortaya koyuyor.
Atatürk neticede bir tek adamdı. Fikirleri asla tartışılmaz ya da onlara karşı gelinmezdi. İtiraz edeceklerin akıbetleri belli değildi. Cephede omuz omuza çarpıştığı asker arkadaşlarını harcamaktan hiç imtina etmemiştir Atatürk.
Hatta ömrünün sonuna doğru, "Arkamda bıraka bıraka bir diktatörlük bırakıyorum" dediği rivayet edilir. Bu yüzden İsmet Paşa'yı Başbakanlık görevinden aldığı ve ölene kadar hiç konuşmadığı bilinir.
Atatürk'ün diktatör olduğu tezine verecek cevabı olmayıp sağda solda küfür edenler o dönem dünya siyasetinin böyle olduğunu savunurlar. Ama yanılıyorlar. İngiltere ve Fransa'da demokrasi vardı. Serbest seçimler yapılıyordu. Bizde yoktu, yapılmıyordu. Ta ki 1946 yılında Batı dayatıncaya kadar. O dönem Almanya ve İtalya'da faşist yönetimlerin iktidarda olması bir şey değiştirmez. Kaldı ki bu iki ülke İkinci Dünya Savaşı'ndan yenik ayrıldılar.
Atatürk diktatördü. Belki durumun sandığı kadar kötü gideceğine inanmıyordu. Belki demokrasiye inanmıyordu. Muhalif gördüğü herkesi sindirmiş, azıcık isyan eden her kitleyi de sert bir şekilde bastırmıştı. Sabiha Gökçen'in Tunceli'yi bombalaması hâlâ unutulmaz.
Kim bilir daha bilmediğimiz neler var... Umarım onları da yakın gelecekte öğreniriz.
Cem Küçük / Haber 7 

2 Haziran 2011 Perşembe

Kıyamet de CNN’i görecek mi?


Cemal DemirCemal DemirHaber7

Kıyamet de CNN’i görecek mi?

Tüm Amerika ve dünyanın bir çok naktası El Cezire’yi konuşuyor. Küresel habercilikte her geçen gün halkın yeni markası haline gelen El Cezire, CNN'in tahtını da sallıyor. Haber 7 yazarı Cemal Demir'den, küresel habercilik turu


Google’ın önceki günkü Tweet’inden öğrendiğimize göre Mısır’da internet geri geldi. Yine Google’ın aynı günkü şeffaflık raporundan öğrendiğimize göre, günlerdir internetten uzak Mısırlıların internette en çok aradığı 3 kelime, ‘gösteriler, anayasa ve El Cezire’ olmuş.

İtiraf edeyim ben 1996 yılında kurulan El Cezire’yi 2008’de Barack Obama’nın resmen Demokrat Partinin başkan adayı seçildiği Colorado’da gördüğüm manzaradan sonra dikkate almaya başladım. Dünyanın her yerinden 15 bin gazetecinin takip ettiği Denver kongresini, sadece ve sadece 2 Türk gazeteci takip ediyorduk. Kongrenin yapıldığı Pepsi Center’ın içinde ise sadece 6 medya organının kendi özel kabinleri vardı. Salonun podyumu gören en özel köşelerine inşa edilmiş bu kabinlerde, CNN, NBC, ABC, FOX ve CBS’den oluşan Amerikan beşlisinin yanı başında El Cezire vardı. Biraz, Obama’nın ve Demokratların küreye açıklık anlayışlarının bir eseri olarak o gösterişli yere konuşlanmalarına izin verildiğini düşünerek de olsa şapkamı çıkardığım bu etkileyici habercilik faaliyetinden 3 gün sonra Minneapolis’te Cumhuriyetçilerin McCain ve Palin’i aday gösterdiği Kongre salonunda da benzeri manzarayı görünce, bu uzun soluklu cümlenin aksine, ‘vay be..!’ diye kısa bir beyanatta bulunmuştum.    

Dünyanın büyük haber kanalları bugünlerde Mısırla yatıp Mısırla kalkıyor. Amerikan haber kanallarının Mısır’daki gelişmelere ilgisi ise en üst düzeyde. NBC haberin patronu Brian Williams’tan, CNN’in pop yıldızı kadar popüler habercisi Anderson Cooper’a, ve ABC’nin taze üyesi kıdemli muhabir Christian Amanpour’a kadar birçok ünlü haberci ve yönetici Kahire’ye kadar giderek, gelişmeleri Kahire sokaklarından anlatıyor. Amerikalılar için MSNBC News, CNN, Fox, ABC News, CBS News gibi kaynaklar durmadan gelişmeleri aktarıyor.

Ancak, bütün bunlara rağmen Amerikan entelijansiyası, okur yazarları, dünyayla irtibatlı eğitimli kesimlerinin ve diplomasiye meraklı politikacılarının önemli bir kısmı gelişmeleri, Amerikan haber kaynakları ve hatta BBC yerine El Cezire’den takip ediyor.  El Cezire’nin İngilizce internet yayınının seyredilme oranı geçen Cuma gününden itibaren yüzde 2500 artmış. Ve El Cezire’nin bu İngilizce yayınının başındaki Muhammed Nanabhay’ın New York Times gazetesine söylediğine göre, bu artışın yüzde 60’ı ABD’den geliyor.

Amerika El Cezire’yi konuşuyor
Bugünlerde Kahire’den gerçekleştirdikleri yayını seyredenleriniz bilir; öyle stüdyo, teknik donanım, özel ekranlar üzerinde durumu açıklayan stüdyo konukları gibi unsurlar pek yok. El Cezire sunucuları çoğunlukla gösterilerin yapıldığı bölgelere bakan bir otel odasında, çatıda vs konuşuyor. Arkada da, gösterici kalabalıklar var. Ve bu teknik olarak basit yayın, Arap dünyasının ve dünyanın en önemli bilgi kaynağı haline gelmiş durumda. Derken, sinyallerinin ‘jam’lenmesi bir yana El Cezire yayını ve sitesi önceki gün tuhaf şekilde kesintiye uğradı. Siteye, canlı yayına milyonlar saatlerce ulaşamadı. ABD’de birçok haber sitesinde günün konusu buydu ve birkaç saat içinde El Cezire’ye şu anda ulaşamadığını, ya da ulaşmanın alternatif yollarını paylaşan binlerce okuyucu yorumu ve blog gördüm.

Afganistan Savaşında, Irak Savaşında, 2006 Hizbullah – İsrail savaşında kendini göstermeye başlayan El Cezire, hiç şüphesiz Tunus ve Mısır’da başlayan gelişmeleri yansıtmadaki rolüyle kürenin en güçlü haber ağlarından birine dönüştü. Ve bu alternatif ve doğru habere aç dünyada, her ne kadar deneyim ve teknik altyapısı henüz onlarınki kadar güçlü olmasa da CNN ve BBC’nin tahtını sallamaya başladığını söyleyebilirim. İddialı ve beylik atışlarıma geri geleceğim ama önce, Lowell Thomas’a bağlanıp, televizyon haberciliği tarihindeki gelişmeleri ekrana getirmek istiyorum. 

Televizyon’da ilk kez haber sunan adam

Televizyon haberciliğinin kaynağı da aslında bir yönüyle Ortadoğu sayılır. Ben her şey Tuna Huş ile başladı sanıyordum ama öye değilmiş. Lowell Thomas, 1930 yılında dünyada ilk televizyon haberini sunarak tarihe geçmiş bir gezi yazarı ve televizyoncu. Ancak televizyon haberleri radyo kadar ilgi görmedi. Radyo, bir süre daha saltanatını sürdürdü. Thomas, 21 Şubat 1940 tarihinden itibaren ise NBC Televizyonunda düzenli olarak her akşam haber sunmaya başlayarak, insanlığın habere ulaşmasında yeni bir çığırın bir kez daha öncüsü oldu.

Peki Lowell Thomas’ın Ortadoğu ile alakası ne? Thomas, Arabistanlı Lawrence’ı meşhur eden kişi. 1918 senesinde fotoğrafçı-kameraman arkadaşı Harry Chase ile birlikte İngiliz istihbarat yüzbaşısı T. E. Lawrence ile Kudüs’te buluşarak onun haberini hazırladılar. Thomas’ın anlattığına göre Lawrence o günlerde ayda 200 bin Sterlin harcayarak Filistinlileri Osmanlıya karşı ayaklandırmaya çalışıyordu. Çölde Lawrence ile birkaç hafta geçirdiler. Bugün tarih kitaplarından belgesellere kadar gördüğümüz Lawrence fotoğraf ve görüntüleri işte bu seyahatin ürünü. Thomas, hazırladığı Arabistan’daki Lawrence filmi ile dünyayı gezdi. 4 milyon kişi seyretti. 1,5 milyon dolar hasılat elde etti.

Televizyon tarihinde ilk haber programı; Deve kervanı
Bugünlerde haber kanallarında envai konseptini gördüğümüz haber programlarının atası da ilk olarak NBC’de karşımıza çıktı. Evet aynı şekilde soğuk bir Şubat gecesi… 14 Şubat 1949 gecesi, ‘’Camel News Caravan (Deve Haber Kervanı)’’ adlı haber programı yayına başladı. Deve, kervan isimleri sağ kaşınızı kaldırmanıza neden olacak ama Ortadoğu ile ilgisi yok. Programın sponsoru Camel sigaraları olduğu içinmiş bu şirinlik…

Devir NBC ve CBS’in televizyon dünyasını domine ettiği ve korkunç bir rekabet içinde olduğu devir. CBS, NBC’nin atağına 1951’de ‘’See it now (hemen gör)’’ adlı haber programı ile karşılık verdi. Asında içeriğinden dolayı televizyon haberciliğinin babası olarak bu program görülüyor. ‘’Evet sendeyiz x’’ cümlesi ilk defa bu programda kullanıldı. Aynı anda ABD’nin hem doğu hem batı yakasından canlı yayın yapıyorlardı. ‘’See it now’un 9 Mart 1954 tarihinde Senatör McCarthy hakkında hazırladığı dosya, halkına yurtseverlik adı altında paranoyak bir cinnet yaşatan bu senatörün sonunu başlattı ve McCarthy çağının kapanmasında rol oynadı. Televizyonun zorbalığa karşı ilk zaferi diyelim. 

"Kıyameti canlı yayınlayacağız’’

Televizyon haberciliğinde ikinci devrim haber kanallarının ortaya çıkmasıdır. Bizde beşibiryerdenin darbe şartlarının olgunlaşmasını ve daha çok kan akmasını beklediği ve İran’da ABD başkan adayı Ronald Regan’ı dönemin başkanı Jimmy Carter’a karşı güçlü bir adaya dönüştüren rehine krizinin sürdüğü dönemde, 1 Haziran 1980 günü  ABD’nin Atlanta şehrinde Cable News Network (CNN) yayına başladı. CNN ilk ‘’24 saat haber kanalı’’ olarak tarihe geçti.

Kanalın kurucusu Ted Turner, açılış töreninde, ‘’Göreceksiniz, haberleri uyduya göndereceğiz ve Rusya’ya ışınlayacağız. Ve dünyaya barışı getireceğiz. Ve bu süreçte çok zengin olacağız’’ dedi. Valla dünyada barışı kaçırdık galiba izleyemedik ama diğer 2 iddiasını canlı yayında seyrettik… Üç harfli ünleminizi Turner’ın bu sözleri için kullandıysanız, şimdi aktaracağım bu cümleleri için nasıl bir ünlem kullanacaksınız çok merak ediyorum: "Dünyanın sonuna kadar yayındayız. Dünyanın sonunu canlı yayınlayacağız ve bu son yayınımız olacak. O programımızı bitirirken de, "Nearer, my God, to Thee (Sana geliyoruz Allahım)’’ ilahisini çalacağız.’’

Savaşların televizyondan canlı yayınlandığı çağ
 
Benim CNN ile tanışmam, sanıyorum bu yazıyı okuyanların çoğunuzunki gibi  17 Ocak 1991 gece yarısıdır. Dayımın telefonuyla uyanıp TRT’yi açtığımızda (o günlerde televizyona TRT diyorduk), karşımızda binlerce bombanın füzenin yağdığı Bağdat vardı. El Raşit Hotelinden canlı yayında gelişmeleri aktaran Bernard Shaw,  Peter Arnett ve John Halliman’ın anlattıklarını, TRT çevirmeni anında çeviriyle bize aktarıyordu. Arnett’in, bir temaşa programı sunar gibi sarfettiği  ‘’havai fişek gösterisi gibi’’ sözlerinin acı yankısı kaldı kulaklarımızda.

CNN, Bağdat’tan dünyaya canlı yayınladığı bu savaşla televizyon haberciliğinde yeni bir çığır daha açtı.  Savaşların canlı yayınladığı bir çağa girmiştik. Herkes CNN’i izliyordu. Öyle ki Saddam’ın bile Skud füzelerini ateşledikten sonra nereye düştüğünü görmek için CNN’i açtığı şakası yapılıyordu. Herkes CNN’i konuşuyordu. Uydurma hiciv haberin ilk ve bence hala tek temsilcisi olan The Onion’un 18 Ocak 1991 tarihli manşeti, ‘’CNN birliklerini Körfez’e sevketti’’ şeklindeydi. Manşetin altında ise, ‘’Bu bir savaş’ açıklamasında bulunan CNN yöneticisi, ‘Saddam’ı defalarca uyarmıştık’ dedi’’ şeklinde bir alt paragraf vardı.        

CNN’in Körfez Savaşında oynadığı belirleyici rolden dolayı medya ve politik bilim çalışmalarına, anında canlı haberin, kamuoyunun bakışını, politik kararları, stratejileri ve hatta askeri taktikleri bile yönlendirebildiğini savunan ‘’CNN Effect (CNN Etkisi)’’ diye bir kavram girdi.

CNN’e yeni rakipler; Taklit aslını yaşatır mı? 
1990’lı yıllarda CNN’e ABD’de ilk rakipler çıkmaya başladı. Bizim, Refahyol’un kuruluşunu tartıştığımız 1996 Temmuzunda MSNBC News ve Susurluk’u konuşmaya başlamamıza günler kala Ekim 1996’da Fox News yayına başladı. 1 yıl sonra Kasım 1997’de ise Atlantik’in öbür yakasında BBC News 24 saat haber yayınına başladı.

Tabii ki ‘CNN Effect’ ile kendine gelen küresel aktörler de 2000’li yıllarda kendi küresel haber kanallarını kurmaya başladılar. Almanların Deutche Well’i vardı. İngilizce 24 saat habere başladı. Ruslar 2005 yılında Russia Today (RT) adlı 24 saat İngilizce haber kanalını yayına soktular. Çinliler resmi kanal CCTV (China Central Television) ile küresel rekabete ucuz, taklit ama kolay ulaşılabilir haberi getirdiler. Şaka tabii ki, güzel haberleri de var… Japonlar durur mu? 2009 yılında Japon resmi televizyonu, ‘NHK World’ adıyla 24 saat İngilizce yayına başladı. Fransa ise 2004 yılından beri France 24 ile ‘’ben de varım’’ diyor. Ve elbette geç olsun güç olmasın TRT de, TRT News ile küresel haber akışında bir ana arter olmak için kervana katıldı. Aslında bu kanalların tamamı ister istemez yayın şekli olarak hala bir CNN İnternational taklidi noktasındalar. Birçoğunun içerik olarak olmasa da sunum olarak henüz kendisini ve küresel sahnesini bulduğu söylenemez.

El Cezire, küresel haberde Anglo Sakson tekelini kırıyor
Ancak, CNN’e rakip olarak kurulan uluslararası kanallardan biri kısa zamanda farkını göstermeye başladı. Yayınına 1996 yılında Katar’ın Doha şehrinde başlayan El Cezire.
Yayın ekibinin önemli kısmını, BBC ve Suudi ortaklığıyla kurulduktan sonra 1996’da sansürlerden dolayı kapanan televizyondan gelenler oluşturdu. Sansürün küllerinden doğdu yani... El Cezire’nin başında Katar Emiri Hamid Bin Halife’nin uzaktan kuzeni Hamid Bin Thamer bulunuyor. El Cezire’nin İngilizce kanalı ise yayınına 2006 yılında başladı.

El Cezire’yi bugünlerde seyretmeye başlamış olanlar Arap Dünyası ağırlıklı olduğunu düşünebilir. Oysa ki, Somali Savaşına Etiyopya ve Eritre müdahalelerinden, Nijer deltasındaki isyanlara, Bangladeş’teki sellerden, Güney Afrika ekonomisinin problemlerine, Hindistan’daki sih şiddettinden, Güney Osetya’daki seçimlere, Guetamala’daki insan hakları ihlallerinden Filipinlerdeki iç gelişmelere kadar, kürenin her yerinden hayatın her alanından oldukça etkileyici bir habercilik grafiği yakaladılar. Küresel haberin en sıcak alanlarından biri olan Ortadoğunun dilinin kültürünün coğrafyasının parçası olmaları da avantajlarını artırıyor.    

Anglo Sakson dünya dışındaki küresel iddialı haber kanallarından hiçbiri El Cezire’nin ulaştığı küresel etkiye ve sahneye kavuşamadı. Şu iddiada bulunsam kime ne zararım olacak; El Cezire, küresel haberde Anglo Sakson tekelini ilk defa ciddi anlamda kırmasıyla yeni bir çığır açıyor.

Bush, El Cezire’nin merkezini bombalamayı planlamış
11 Eylül sonrası dünyadaki Bush’u ve İsrail hukuksuzluklarını cesurca yansıtmasıyla bütün kürede muteber bir haber kaynağı haline geldi. 2001 Kasımında ABD’nin Afganistan savaşına başladığı günlerde El Cezire’nin Kabil bürosu da füzeyle bombalandı. Irak Savaşının başladığı hafta, New York Borsasındaki iki El Cezire muhabirinin akreditasyonları iptal edilerek, Borsaya bu kanalın girmesi yasaklandı. Borsa yönetimi her ne kadar aksini iddia etse de Amerikan medyası kararın, El Cezire’nin Irak savaşı haberlerinden kaynaklandığını yazdı. 3 hafta sonra El Cezire’nin Bağdat ofisi bir ABD füzesiyle yerle bir oldu ve bir muhabir hayatını kaybetti. El Cezire yetkilileri, ofisin yerinin koordinatlarını 6 hafta önce ABD yetkililerine ilettiklerini açıkladılar. İngiliz Daily Mirror gazetesinin 2005 yılında yayınladığı habere göre ise, 2004 yılında Bush, Felluce’deki gelişmeler sırasında El Cezire’nin Katar’ın Doha şehrindeki ana merkezini bombalayıp yerle bir etmeyi planlamış. El Cezire, böylesi bir sıcak tarihin içinde hızla küreselleşti. 

Yıllardır yavaş yavaş, son bir yıldır ise açıktan Arap dünyasında etkisiyle de dönüştürücü bir sese dönüşüyor. Neden? Kahire’nin yüzbinlerce kişinin gösterileriyle inlediği ve bütün dünyanın bunu konuştuğu geçtiğimiz Cumayı Cumartesiye bağlayan gece Mısır devlet televizyonunun ilk haberi neydi biliyor musunuz? Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ile eşinin ertesi günü geleneksel kitap fuarını açılışına katılacaklarıydı. Uzun uzun bu fuar ve Mübarek ve eşi anlatıldı. Tek kanallı günlerimizi hatırlatan bir kabus. Arap dünyasının bütün resmi kanallarının bundan farkı yok. Özenle seçilmiş, sansürlenmiş, steril yönetici haberleri.

Al Jazeera Effect 
İşte böylesi bir coğrafyada El Cezire, medya kültürünü derinden değiştiriyor ve büyük bir toplumsal hareketliliğe neden oluyor. Hadi bunun ileride çok konuşulacak adını da hep beraber önce biz koyalım: ‘’Al Jazeera Effect’’.

Ortadoğu medyası konusunda uzman Amerikalı akademisyen Jon Anderson, El Cezire’nin Mısır’daki rolüyle ilgili bir ironiye dikkatimizi çekiyor. Ülke ülke bölünmüş Arap coğrafyasında bütün Arap dünyasına hitap eden ilk yayıncılık da 1950’lerde Mübarek’in komutanı Cemal Abdunnasır tarafından kurulan Arab Al-Sawt adlı radyodur. Bu radyonun yayınlarıyla İngilizlere karşı bütün Arap dünyasının desteğini kazandılar. Abdunnasır’ın Arapları birleştiren yayın hülyasını 60 yıl sonra bu kez El Cezire gerçekleştiriyor. Ancak bu kez hükümetlerin dışında bir ses ve Arapları ortak bir bilinç etrafında birleştirirken Cemal Abdunnasır’ın kurucusu olduğu rejimi sallıyor. 50 yıl sonra gündemde bu kez sadece emperyalist güçlere mücadele haberleri yok, insan hakları ihalalleri, yolsuzluklar, otoriter rejimlerle mücadele de var. 

Habercilikte eksen kayması

Bugün ABD’de kablolu yayında 24 saat canlı haberciliği domine eden CNN, MSNBC ve Fox News’e, ‘’Big 3’’ diyorlar. MSNBC News sol Demokrat tabana hitap ederken, Fox News tutucu Cumhuriyetçi kesim çizgisinde yayın yapıyor. CNN’in kime hitap ettiğini araştıran birçok akademik medya çalışması var; bir sonuç yok. 

11 Eylül olayı ve akabinde Irak Savaşı Fox News’i ABD’nin hem en çok seyredilen hem de en çok tartışılan haber kanalı haline getirdi. Obama’nın yükselişi ve akabinde başkan seçilmesi ise başından beri kendisini destekleyen MSNBC’nin yıldızını parlattı. Ted Turner’ın kanalı Time Warner’a satmasından beri kan kaybeden CNN’in dahili yayınının ABD’deki etkisi her geçen gün daha da azalıyor. Kendi adıma uzun süredir sadece, mesleğin gazeteci gibi gazeteci diyebildiğim yüz aklarından Fareed Zakaria’nın GPS programı için aklıma geliyor. CNN İnternational kanalının ise durumu biraz daha iyi. Hong Kong, Abu Dabi, Londra ve Atlanta’dan dört vardiya dünyayı yansıtıyorlar. CNN İnternational tam bir küresel kanal. Sunucular, asla ‘günaydın, iyi geceler vb’ ifadeler kullanmıyor.  Merhaba merhaba, eyvallah eyvallah…

ABD’de en çok seyredilen haber kanalı olan Fox News’in, El Cezire kadar küresel etkiye sahip olması mümkün değil. Çünkü, Fox News, Robert Kaplan’ın da belirttiği gibi, ABD dışındaki dünyayla, Amerikan iktidarını doğrudan ilgilendirmediği sürece hiçbir şekilde ilgilenmiyor. CNN’in uluslararası yayınını saymazsak, Amerikan haber kanalları, kendi dünyalarına sıkı sıkıya kapanırken, BBC tel tel dökülürken, El Cezire, dünyanın dört bir köşesinin gelişmelerini aktarıyor. Bu haber akışında çok ciddi sonuçları olacak büyük bir eksen kayması.

Bu eksen kaydıkça da akla Ted Turner’ın CNN’i kurduğu günkü ‘CNN kıyameti görecek’ iddiası geliyor. Hadi hep beraber soralım: Reis Bey, Kıyamet de CNN’i görecek mi? 

Cemal Demir - Haber 7
cemaldemir111@gmail.com

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Chelsea Clinton Yahudi olacak mı?


Cemal DEMİRCemal DEMİRHaber 7 / New York

Chelsea Clinton Yahudi olacak mı?

Normalde Yahudi erkeğin başka dinden kızlarla evlenmesine eleştiri yapan Yahudi medyası, gelin Chelsea olunca sempati ile yaklaştı konuya. Hareetz, Jerusalem Post, Jewish Journal, New York’taki yerel ortodoks Yahudi medyası dahil ben eleştiride bulunanı görmedim.

Türkiye bugünlerde ‘’Ahmedinecat ailesine gelin verdik’’ haberleriyle meşgulken, ABD medyası, bir başka gelinin haberleriyle dolu. Bugün bir değişiklik yapayım ve bu düğünle ilgili biraz ‘’gasteci dedikodusu’’ yapayım.
‘’Dedikodu’’, ‘’demek’’ ve ‘’komak’’ fiillerinin birleşiminden oluşmuş bir isim. İkisinin de kökleri belli olduğu için etimolojik araştırmaya gerek var mı bilmiyorum. Ama, bir lafı ‘’deyip’’ üstüne de gerçek olmayan birşeyler ‘’koymayı’’ ima ediyor olsa gerek. Belki de dini bir haramı ifade eden ‘gıybet’ kelimesinin seküler halidir tam bilemem. Gıybet, gayb kökünden keliyor. Bir insanın ‘gıyabında’ yani arkasından konuşmak.
Anglo Saksonlar, dedikoduya ‘’gossip’’ diyor. Gossip, kelimesinin kökeni de dedikoduculuğun tarihsel anlamına neşeli bir göndermedir. İngilizcede kardeşlere ‘sibling’ denir. ‘’Kan bağı’’ anlamındaki ‘sib’ kökünden gelir. Gossip kelimesi ise ‘Godsibb’’ kelimesinin zamanla bozulmuş halidir. Bizim kültürümüzdeki ‘Hepimiz tanrının kullarıyız’ ifadesi, Batı kültüründe ‘’Hepimizi tanrının çocuklarıyız’’ şeklinde ifade edilir. ‘’Godsibb’’, ‘’tanrının çocuğu olmak bakımından kardeşim’’ anlamında.
Tahmin edeceğiniz üzre, bu kelime ilk haliyle olumsuz bir anlamda değildi. İnsanlar ‘kardeşçe’ sohbet ediyorlardı. ‘’Gossip’’ 19’ncu yüzyılda bugünkü olumsuz anlamına kavuşmuş. Bugün pek kullanılmasa da  ‘’rumor-mongering’’ diye harika bir tarifi daha var işin. ‘’Söylenti pazarlamacılığı’’ demek.
Dedikodu birçok kültürde kadınlarla özdeşleşmiş. Misal, her şeklin bir kelime olduğu Çin alfabesinde, ‘’dedikodu’’ kelimesi, ‘’kadın’’ kelimesini sembolize eden şekilden üç tane yan yana konulmasıyla yazılıyor. Aynı zamanda ‘’gürültü’’ anlamına da geliyormuş bu. Peki iki kadın ne anlama geliyor diyeceksiniz, o da ‘’tartışma’’ anlamına geliyormuş.
‘’İyi ki bir dedikodu yazacaksın, amma peşrev çektin’’ diye söylenseniz hakkınız var. Her ne kadar serde gazetecilik de olsa dedikodu yaparken bir mahcubiyet çöküyor ister istemez. Peşrevsiz mevzuya giremedim.
Evlenecek kızımız Chelsea Clinton. Bill Clinton’un başkanlığı dönemindeki küçük kızı Chelsea. 30 yaşında artık. Geçen sonbaharda nişanlanmıştı.
Amerikan medyasının bütün büyük kurumları bugünlerde düğüne ait küçücük bir detay için bile büyük bir mücadele veriyor. Sadece parmağındaki tektaşın fotoğrafını ilk yayınlayan olmak için haftalarca mücadele ettiler. Şimdi işin bu kısmı da benim anlatacağım konunun dışında. Ben bu evliliğin daha çok damattan kaynaklanan yönlerini aktaracağım.
Damat Marc Mezvinsky, muhafazakar (Masorti) bir Yahudi ailesinin çocuğu.  Annesi de babası da Amerikan Kongresinin eski üyeleri. Babası Edward Mezvinsky eski Iowa milletvekili annesi Marjorie Margolies Mezvinsky ise eski Pennsylvania milletvekili. FBI, Baba Mezvinsky’nin 1980 yılından 2000 yılına kadar girdiği bütün ticari işlerinde yolsuzluk ve dolandırıcılık yaptığını belirleyince, tutuklandı. Suçlamaları kabul etti ancak akıl hastalığı sebebiyle bu suçları işlediğini savundu.  2001 yılında girdiği cezaevinden 2008 yılında çıktı. Ama benim asıl mevzum bu da değil.
Bir süredir damadın muhafazakar Yahudiliğine dikkat çeken Amerikan medyasında son günlerde cevabı en çok aranan konu, Chelsea Clinton’un din değiştirerek Yahudiliğe geçip geçemeyeceği…  
Yahudi medyası özellikle de Ortodoks Yahudiliğe yakın medya, Yahudi erkeklerin Yahudi olmayan kızlarla evlenmesine çok duyarlı. Çünkü Yahudilikte soyun anneden devam ettiği inancı var. Bu konuda çok ciddi bir kampanya yürütülüyor. Ve bu tür evlilikler yapan Yahudi erkeklerine karşı ciddi bir eleştiri bombardmanı başlıyor. Ortodoks Yahudilik, yahudi olmayanla evliliği kesin olarak yasaklıyor. Mezvinsky ailesinin müntesibi olduğu Masortilerde, tamamen yasak değil ama hahamlar eşlerden biri Yahudi değilse, nikah kıymıyor.  Reformist Yahudilikte ise hahamlar çoğunlukla, başka dinden bir eşle evlenildiğinde de nikah kıymayı kabul ediyor ama Yahudi eşi, çocuklarını Yahudi geleneğine göre yetiştirme konusunda tahşidat yapıyor.  
Türkiye’de Yahudi erkek – Müslüman kadın evliliği yaygın mı bilmiyorum. Benim bildiğim tek örnek son günlerin popüler damadı Dani Rodrik. Harvardlı ünlü ekonomist Dani Rodrik, Bayloz davasının bir numaralı sanığı konumundaki Çetin Doğan Paşanın kızı ile evli. Dani Bey bir Müslüman kadın ile evlendiğinde, bu konuda duyarlı dindaşlarından ne tür tepkiler almıştır kimbilir. Ama benim asıl mevzum Chelsea...  
Normalde Yahudi erkeğin başka dinden kızlarla evlenmesine eleştiri yapan Yahudi medyası, gelin Chelsea olunca sempati ile yaklaştı konuya. Hareetz, Jerusalem Post, Jewish Journal, New York’taki yerel ortodoks Yahudi medyası dahil ben eleştiride bulunanı görmedim. ‘’New York Magazine’’ dergisi, Chelsea’nin müstakbel eşinin birçok dini ritüelini şimdiden benimsediğine dikkat çekiyor. Chelsea, Columbia Üniversitesi bünyesindeki, Muhafazakar Yahudiliğin Amerika’daki merkez kurumu olan ‘’Jewish Theological Seminary’’de düzenlenen Yom Kippur ayinine nişanlısıyla beraber katılmıştı.
Ulusal Yahudi Nüfusu Araştırması verilerine göre ABD’de 1996 – 2001 yılları arasında Yahudi düğünlerinden yüzde 47’sinde eşlerden birinin yahudilik dışı bir inanca mensup olduğu tespit edildi. Bu da, Yahudiliğin erozyona uğradığından endişe eden hassas yahudi çevreleri konuya çok daha duyarlı yapıyor.
Ve birçok politikacı kızı, evlilikleriyle bu tartışmanın ortasında kalıyor. ABD eski Başkan yardımcısı Al Gore’un kızı Karenna Gore da, 1997 yılında Wall Street’in bir zamanlar efsane ismi olan Alman Yahudisi Jacob Schiff’in torun çocuklarından  Dr. Andrew Newman Schiff ile evlenmişti. Üç çocukları olan çift daha sonra ayrıldı.
George W. Bush’un yeğeni Lauren Bush ise Ralph Lauren’in oğlu David ile sözlü. New York Daily News gazetesi Lauren’in, Bush’un kızı Jenna’nın 2008 Martındaki düğününe katılmamasının sebebinin de müstakbel damadının inancına olan tepkisinden olduğunu yazmıştı.
1986 yılında, ABD eski Başkanı John F. Kennedy’nin kızı Caroline Kennedy, Rus yahudisi bir ailenin sanatçı oğulları Ed Schlossberg ile evlendi. Ancak bu düğün kilisede yapıldı ve Caroline soyadını değiştirmedi. Çift hala Manhattan’da yaşıyor.
Kennedy ailesi aşırı Yahudilerce yıllarca anti-semitik bir aile olarak nitelendirildi. Kennedy ailesinden birçok kişinin Yahudi eşlerle evlenmesi de onlara bu bakışı değiştirmedi.
Ancak Clinton ailesi ile Yahudi toplumu arasında zaten çok ciddi bir sorun yok. Bill Clinton, yönetiminin birçok üst düzey noktasına Yahudi kökenli yardımcılarını atamıştı. 1990’lı yıllarda Arafat’ın eşi Süha’ya gösterdiği yakınlık sebebiyle çok sert eleştirilerin hedefine yerleşen Hillary Clinton da daha sonra, Yahudi nüfusun dünyada en kalabalık olduğu yerleşim birimi olan New York’tan senatör seçilecek düzeyde ilişkileri düzeltmişti.
Chelsea ile Mark’ın tanışıklığı da yeni değil. Ta çocukluklarından beri arkadaşlar. Üniversiteyi Stanford’ta beraber okudular. İş hayatları ikisini de Manhattan’da bir araya getirdi. İkisi de paranın dilini akıcı şekilde konuşabiliyor çünkü finans şirketlerinde çalışıyorlar. En azından Mark hala çalışıyor. Chelsea, Merill Lynch’teki işini bırakarak New York Columbia Üniversitesinde kamu sağlığı okumaya başladı. Mark ise, dünya finansının en kudretli ve en tartışmalı kurumu olan Goldman Sachs’ta banker.   
En baştaki soruma geri döneyim; Chelsea Clinton din değiştirip Yahudi olacak mı? Yahudi mektup arkadaşlarımı bu soru rahatsız edebilir ama bu benim sorum değil. ABD’deki Yahudi medyasının hararetle tartıştığı bir soru. Ben sadece aktarıyorum. Annesi Hillary Clinton Methodist mezhebine müntesip bir Hıristiyan. Baba Bill Clinton is a Güneyli Baptist cemaatinden bir Hıristiyan. Yani, Chelsea hala Hıristiyan.
Ancak Jewish World’e göre Chelsea yakında Yahudiliğe geçecek. Çünkü, muhafazakar Yahudi geleneğine bağlı ailenin, kendi cemaatlerinden bir Yahudiyi bir Hıristiyanla evlendirecek haham bulması imkansız. Yahudi Haber Ajansı JTA’nın yakın zamanda kurduğu ‘’Jewish Week’’ adlı gazete de Chelsea’nin yahudiliğe geçeceğini yazdı. 
Düğün, bir rivayete göre 30 Temmuz diğerine göre 31 temmuz günü olacak. Bir rivayete göre Clintonların New York’taki evlerine yakın bir arkadaş evinde bir rivayete göre New York tarihinin efsanevi zengini John Jacob Astor’un Hudson Nehri vadisindeki tarihi malikanesinde olacak. Düğün hazırlığını ABD Dışişleri Bakanı anne Clinton organize ediyor. Baba Clinton ise, ‘’bana sadece düğün günü Chelsea’nin koluna girme ve faturaları ödeme görevi verildi’’ açıklamasında bulunuyor. 500 civarında kişinin davet edildiği düğüne Başkan Obama’nın katılamayacağı belirtiliyor. Al Gore ve yakınlarda boşandığı eşi de katılmayacak. Ama, Hollywood büyük bir kalabalıkla New York’taki düğüne çıkarma yapacak. Tören de nikahı, hahamın mı, papazın mı yoksa ikisinin birden mi kıyacağı ise hala muallakta. 
Dedikodular bu kadar. Sizi de meşgul ettim. Einstein diyor ki, ‘’Hayatta başarının formülü A ise, A = X + Y + Z' dir’’ ve ekliyor, ‘’X= çalışmak, Y = oyun ve Z = çeneni kapatmaktır.’’
 Biz gazetecilerin yatacak yeri yok!
 Cemal Demir - Haber 7 - New York cemaldemir111@gmail.com

Kraliçenin düğünü fakirin çenesi


Cemal DemirCemal DemirHaber7

Kraliçenin düğünü fakirin çenesi

Bugünlerde düğünde görev alacak 29 polis köpeğinin özgeçmişlerini bile öğrenmeniz mümkün. Batı medyasında kraliyet düğünü histerisi bu kadarla sınırlı değil...


Neyse ki Türkiye’de yaşıyorsunuz da, ‘’ananı...’’, ‘’bozkurt’’, ‘’esfeli safilin’’ atışmalarına maruzsunuz. Bu seçim gündeminde arada hiç olmazsa hayatınıza bir şekilde etkisi de olabilecek şeyler de duyuyorsunuz siyasetçilerden, kıymetini bilin...
Anglo Sakson memleketlerde yaşayan garibanlarsa bugünlerde kusturacak seviyeye gelmiş bir kraliyet düğünü haber bombardımanına maruzlar. Neresinden düşünsem hayatımıza tesir edecek bir yanını bulamadım. Hangi açıdan yaklaşsam boşa... Kaç gündür emaillerimi kontrol ediyorum davetiye neyin gelir mi diye... Nijerya’dan gelen önemli iş teklifleri ve parasal fırsatlar dışında gelen giden de yok. Neyse ki yalnız değilim. Obama da benim gibi televizyondan seyredecek. Sadece dünyadaki hanedanlıklara davetiye göndermişler. Özellikle bugünlerde ‘krallığın var derdin var kardeş’ diye söylenip duran Arap ülkelerinin Kralları için teselli ikramiyesi gibi imdada yetişti bu düğün...
Kral olacak keriz ailesinden bellidir
Biz ‘kral’ demeyi muhtemelen Sırplardan öğrendik. Kelimenin kökeni İngilizce ve Almanca da dahil Cermen dillerin atası olan Pre-Cermenik dildeki ‘kerlaz’ kelimesi. ‘Sıradan ya da niteliksiz adam’ demek.  Hint Avrupa dillerinden biri olan Farsça’dan dilimize giren ‘keriz’ kelimesinin sırrı oralarda bir yerde yatıyor olabilir. Cermen dilinde de ‘kerl (adam)’ olarak yer alıyor. Eski İngilizce’de ‘ceorl’ oluyor, çiftçi, köylü anlamında. Orta İngilizce döneminde ‘churl’ olarak yer alıyor. Doğru tahmin ettiniz bizim ‘Şarl’a geldik geleceğiz. Frenklerin 700’lü yıllarda başına geçen Charlamagne vardır. Latincesi Carolus Magnus, yani ‘büyük adam’. Sanıyorum, kelimenin ‘sıradan köylü adam’dan krallığa terfi ettiği yer burası olsa gerek. Çünkü özelikle Doğu Avrupa’da birçok dilde ‘king’in yerine bu kelime kullanılmaya başlanıyor. Çekler bizim gibi ‘kral’ diyor, Polonyalılar ‘krol’ diyor, Macarlar ‘kirali’ diyor.
Çoğunuzun duymuş olduğunu tahmin ettiğim Batılı erkek adı ‘Charles (Çarls)’ da aynı kelime. Ahaliden adam demek. İngiliz ve Almanlar arasında bunun Carl ya da Karl şeklinde versiyonları da var (İngilizce’de ‘Charles’ isminin varyasyonları da yaygın: Charlie, Chip, Chuck). Yani Kral Marx desek özünde yanlış olmayacak. Ermenilerin Karlos’u, Çeklerin Karel’i, İtalyanların Carlo’su, Polonyalıların Karol’u (Papa Jean Paul’un gerçek adı), İspanyolların Carlos’u (Çakal Kral) vs hep aynı isim. Kaderin bir cilvesi işte, kimine sıradan niteliksiz adam, kimine kral... Prens Charles da hala niye kral olamadım diye düşünüyor. İsimden kaybediyorsun abi...
Gen’den, can’dan, kin’den, kan’dan bir ‘’king’’
Peki ya İngilizce ‘king’ kelimesi..? Bana sorsanız onun da ‘kral’ bir hikayesi var. Aslında İngilizce’de, aynı kelime ile eşanlamlı Fransız etkisi dönemde girmiş ‘royal’ ve Latin etkisi döneminde girmiş ‘regal’ kelimeleri de var ama ben ‘king’de sabit kalayım.
King’in kökeninin Eski İngilizce’de (OE), ‘cyn (kin)’ kelimesi olduğu yolunda teoriler var. ‘Kin’ Cermen dillerinde ‘aile ırk’ demek. Farsça da dahil birçok dilin atası olduğuna inanılan Pre Cermen dilde, ‘kunjan’ şeklinde yer alırmış. ‘’Aile soy sop’’ anlamında... Bilmiyorum bu ‘kunjan (kan-can)’ kelimesi sizi de benim kadar heyheylendirdi mi?
Kan da bir nevi ırk demek. Soy sop demek. Kin gütmek de, her halde ailevi ya da kuşaklar boyu devam eden bir düşmanlık gütmek gibi birşey. Aslında kurcalasan hepsinin altında Sanskrit dilinde, ‘soy-ırk’ demek olan ‘’janah’’ kelimesine çıkma ihtimali var. Bizim ‘can’ımızın kökeni yani. Bugünkü popüler ‘gen’ kelimesinin kökeni olan ‘genus’ da aynı kökten. Bir de eski Türkler de ‘kral’ demek olan ‘han’ var. Gen, kan, can, han ve kin’i akraba çıkarıp orta yere bıraktım, gerisi Parti Meclisimizin bileceği iş, hadi bakalım.
Demem o ki, Eski İngilizce (OE) döneminde Anglo ve Sakson kabileler, ‘’ağa’’  kelimesinin yerine işbu ‘king’ kelimesini kullanırmış. Gelenek oradan...
Her eve hayırlı bir ‘queen’ ver Allahım..!
Cermen dillerinde ve pre-Cermenik dillerde ‘karı, kadın’ anlamına gelen, ‘’Cwen, gyne, gwen vb’’ kelimeleri de zamanla ‘Queen’e evrilmiş. Sanskrit dilinde kadın demek olan ‘janis’e kadar yolu var. Kürtler kadına ‘jin’, Ermeniler ‘kin’ diyor. Devlet biraz destek verse, kelimeyi bizim Soğdca’dan aldığımız ‘hatun’a, ‘hanım’a kadar götürürüm. Ama tesis mesis yetersiz, elimizden tutan yok. Burada bırakıyorum.
Kral var, kral var...
Ne diyordum? Hah, kraliyet düğünleri her zaman ilginçtir diyordum. Filmlerde kaldığını sandığımız birçok geleneğin hala yaşandığını göstermesi açısından eğlendirici de olabilir. Ama eğri oturma gereği duymadan dümdüz doğru konuşalım. Dünyada o kadar krallık hala varlığını sürdürüyor, patır patır evlenip boşanıyorlar, ama hiçbirinin düğünleri İngiliz Sarayınınkiler kadar konuşulmuyor, neden? Sebebini bilmiyorum, ortaya soruyorum.
İngiliz Kültür Bakanı, 6 Nisan’da Bakanlar Kuruluna düğünle ilgili verdiği brifingde dünya üzerinde 2 milyar kişinin Kraliyet düğününü seyredeceğini açıklamış. Neden, gezegende yaşayan her 3 insandan biri işini gücünü bırakıp bu düğünü seyredecek? Peki bu gerçekten de bir düğün mü? Manzaraya bakıp diyebilirim ki, bir düğün izlemeyeceğiz. Eğlenceli olduğundan şüphe duymayacağımız özel bir gösteri bu. İngiliz havası... Baksanıza damadın babaannesi 60 milyonluk ülkede düğün gününü resmi tatil ilan ediyor. Böyle düğün, böyle kaynana gücü mü olur?
Londra’da düğün günü 1 milyona yakın Londralı Buckingham Sarayı ile nikahın kıyılacağı Westminster Abbey Kilisesi arasında, genç çiftin 1902 model otomobille geçişini seyredecek. Ülkenin birçok yerinde sokak partileriyle halk da eğlenceye katılacak. İngiltere Başbakanı Cameron bile sokak partisi yapacağını açıklamış. Downing Street’te tek komşusunun Maliye Bakanı Osborne ve bir Hazine Müsteşarı olduğunu düşünürsek, Cameron’un ‘sokak partisi’ az katılımlı ve sıkıcı olacak. Tipik İngiliz Başbakanı, hesapsız kitapsız konuşuyor. 
Batı medyasında kraliyet düğünü histerisi
Batı medyası histerik bir saplantı yaşıyor bu düğünle ilgili. Her kanalda her televizyonda Diana belgesellerinden, Kraliyet ailesine, Elizabeth’in diyetlerinden, William ve Henry’nin büyümesine onlarca belgesel, yüzlerce haber, film... Öyle ki bugünlerde karşılaştığım dostlarımla, ‘’Your Majesty’’li, ‘’Your Highness’’lı konuşmaya başladık. 
BBC tam 550 kşilik bir gazeteci ordusuyla şimdiden takip etmeye başladı Cuma günü gerçekleşecek düğünü. Bugünlerde BBC izliyorsanız, düğünde görev alacak 29 polis köpeğinin özgeçmişlerini bile öğrenmeniz mümkün. Ve düğün günü BBC tam 51 saat boyunca reklamsız, kesintisiz canlı yayın yapacak. Kurumda, ‘’ya bi dakka durun, ne yapıyoruz biz allasen?’’ diyecek tek bir akıllı kalmadığını düşünüp üzülüyorum. Genelde medya organlarını en kalabalık şekilde olimpiyat oyunlarında görürüz. Çoğu farklı tesislerde gerçekleşen müsabakaları yerinden izlemek isteyen her kurumun çaresiz katlanmak zorunda olduğu bir durumdur o, eyvallah. Misal BBC son Pekin Olimpiyatlarında 437 muhabir görevlendirmiş. Eyvallah... Ama 550 muhabir ile bir düğün takip etmek ayıptır, günahtır ya hu...
Çok yaşa Washington, sen de Kraliçem!
Benim asıl dikkatimi çekense Amerikan medyasının ve orta-üst sınıflarının yani WASP ahalinin ilgisi... Elbette orta sınıf bir İngiliz ailenin kızıyken günün birinde İngiltere Kraliçesi olmaya çok yaklaşmış Kate Middleton’un düğün günü giyeceği elbiseyi merakla sınırlı olsa bu alaka, sesimi çıkarmayacam. Ancak elit Amerikalılardaki bir tür ‘’şuuraltı müktesebatının’’ dışa vurumu var gibi gibi... Amerikalılar, bağımsızlık savaşıyla kurtuldukları İngiliz hanedanlığına hala derin bir bağ ve saygı duyuyor, artık hiç şüphem yok. Bunu, Kraliçe Elizabeth’in 2007 yılındaki Amerika gezisinde de kimseye çaktırmadan gözlemlemiştim. 1812’de İngilizlerin yıktığı Beyaz Saray’a bile yeniden badana yapmışlardı kraliçe gelecek diye... Kovboyluğu, usul erkan bilmezliği herkesin malumu W Başkan bile pek bir protokol abidesi kesilmişti. Dubya’nın 8 yıllık başkanlığı dönemindeki tek beyaz papyon resmi yemek Kraliçe onuruna verilmiş, Kraliçe gittikten sonra da Dubya onu nasıl karşıladığını, nasıl ağırladığını, özel anları özel bir belgeselle Amerikalılarla paylaşmıştı. Sömürge valisi heyecanıyla anlatıyordu. Tuhaf...
Hele, İngilizlerin Kuzey Amerika’ya ilk gelişlerinin 500’ncü yılını kutlayan Virginia adeta kırmızı halıyla kaplanmıştı. Gerçi, Kraliyet ailesi alışıktır kırmızı halıya. 60 yıldır annesinin yerine İngiliz tahtına geçmeyi bekleyerek, tarihin en uzun süreli ‘veliahtı’ olma rekorunu kıran Prens Charles da bir defasında, ‘’Çocukluğumda uzun süre dünyanın her yeri kırmızı halıyla kaplı sanıyordum’’ diye konuşmuştu.
Kraliçe Elizabeth’ten sonra hala yaşıyorsa Prens Charles kral olduğunda Diana’dan sonra evlendiği eşi Camilla’nın ‘kraliçe’ ünvanını alıp alamayacağını da İngiliz medyasından çok Amerikan medyası tartışıyor. Bu konu geçen gün New York Times’ın birinci sayfasında bile geniş yer işgal ediyordu. CNN ise bu düğünü takip etmek için 125 kişilik bir muhabir ordusunu görevlendirmiş durumda. Japonya’daki depremi bile, ‘’nasıl olsa bunların elinden kamera düşmüyor, epey YouTube videosu çıkar’’ diye herhalde sınırlı sayıda muhabirle takip etmişlerdi.
Şimdi bu neyin krallığı?
Bizim medyamız ve kaynaklarımız İngiliz Krallığı dese de bu krallığın orijinal adı ‘’United Kingdom (Birleşik Krallık)’’. İngiltere, Galler, İskoçya ve Kuzey İrlanda bu krallığı oluşturan 4 devlet.
Elbette ki Britanya adasında krallığın kökü çok daha eskilere, 9’ncu yüzyıla kadar gider ama bugünkü hanedanlığın başlangıcı 1714 yılında başlıyor. Bu hanedanlıkta en uzun süre tahtta kalan 1837 – 1901 yılları arasında hüküm süren Victoria’dır. Sanatta, kültürde, politikada ‘Victoria Dönemi’ olarak adlandırılan o çağda, Britanya Krallığı ‘üzerine güneş batmayan’ küresel bir imparaorluk haline geldi. 1920’li yıllarda yeryüzü coğrafyasının ve nüfusunun dörtte biri bu krallığa bağlıydı. İkinci Dünya Savaşı sonrası bu krallığa bağlı birçok koloninin bağımsız olmasıyla Britanya Krallığı da bugünkü sembolik haline kavuştu.
Kraliçe, 16 devletin devlet başkanı
Bugün Kraliçe, aynı zamanda, eski İngiliz kolonilerinin de katıldığı İngiliz Milletler Topluluğu’nun (Commonwealth of Nations) da başı sayılıyor. Günümüzde bu topluluğa tam 54 egemen devlet bağlı. Bu 54 devletten 16’sı Kraliçe’yi hala devlet başkanı olarak kabul ediyor. Kanada’da, Avustralya’da, Yeni Zelanda’da bugün bile ‘devlet başkanı’ makamı yoktur. Onların yerine ‘Vali’ vardır. Kraliçe, bu ülkelerin yönetiminde fiili  fonksiyona sahip olmasa da bu ülkelerin devlet başkanı sayılıyor. Ancak Kraliyet ailesini önümüzdeki 10 yılda çok daha zor günler bekliyor. Avustralya Başbakanı Julia Gillard, Kraliçe Elizabet öldüğünde ya da tahttan çekildiğinde Cumhuriyet ilan ederek, İngiliz tahtından kopmak istediklerini açıkladı. Kanada’da benzer sesler var. Prens Charles’ın annesinin sahip olduğu saygıya ve birleştiriciliğe sahip olmaması, Kraliyet ailesini İngiltere’de bile düşünülemeyecek durumlara düşürebilir. Demedi demeyin. Generallerin bile helikopterle pikniğe golfe gittiği ülkelerde yadırganmayabilir ama Kraliyet ailesinden Prens Andrew’nun helikopterle golf oynamaya gitmesi de İngilizleri fena halde kızdırmış durumda.
Monarşi yanlıları ve Cumhuriyetçiler karşı karşıya
Bizim İngiltere dediğimiz Birleşik Krallığın yazılı bir Anayasası bulunmuyor. Kraliçe devletin başkanı. Ülkenin resmi milli marşı da, ‘’God save the Queen (Tanrı Kraliçeyi Korusun)’’ zaten. Taht, İngiltere Milli Bütçesinden, sarayların, saray görevlilerinin ve seyahatlerin masrafları için yılda 62 milyon dolar alıyor. Yani her İngiliz senede 1 dolar ödemiş oluyor. Bu işin görünen kısmı. Saray muhalifi Cumhuriyetçilerin hesaplamalarına göre güvenlik ve vergi kesintileri de eklendiğinde sarayın İngiliz bütçesine gerçek maliyeti yılda 300 milyon doları buluyor. Ancak, Kraliyet yanlıları sarayın bu paradan çok fazlasını turistlerden çıkardığına dikkat çekiyor. Saraylar ve Kraliyetin turistlere açık tesisleri yılda 800 milyon dolardan fazla gelir getiriyor İngiliz devletine... Telegraph gazetesinden kraliyet yanlısı tutucu Gerald Warner, ‘’Alman cumhurbaşkanlığının maliyeti ile Kraliyet ailesinin maliyeti aynı. Ama kaç turist Alman cumhurbaşkanını görebilmek umuduyla kaldırımlarda bekler?’’ diye soruyor. Sonuçta İngiltere Kraliçesi dünyanın en zengin devlet başkanlarından biri. 2006 yılında Forbes 650 milyon dolarlık kişisel serveti olduğunu yazmıştı. Ancak resmi bir rakam yok.
Kraliyetin resmi sarayı Londra’daki Buckingham Sarayı. Ancak Berkshire’da aileye İngiltere devleti tarafından tahsis edilen Windsor Sarayı da var ki Avrupa’da halen kullanılan en eski ve dünyanın halen kullanılan en büyük sarayı.
Kraliçe dinin de koruyucusu
Kraliçe’nin bizde Padişahların ‘halifelik’ ünvanı gibi bir dini fonksiyonu da var. Üvanlarından biri de ‘’Deffender of Faith (Dinin Müdafii)’’. Çünkü, Kral ya da Kraliçe aynı zamanda, İngiliz milli mezhebi Anglikan Kilisesinin de başı sayılıyor. Anglikan Kilisesinin (ABD’de ‘başkanların ve elitlerin mezhebi’  olarak bilinen Episkopalyan kilisesi de Anglikan kilisesine bağlı) başpiskopos ve piskoposlarını Kraliçe atar. Bu hafta tüm Anglikan kiliselere gönderilen talimatnamede yer alan, ‘’Tanrı William ve Katherine’i yalnız bırakmasın’’ temalı özel duanın yapılması istendi. Devlet emriyle dua, daha neler... Kraliçe Elizabeth’in 2002’de ölen annesi Elizabeth Bowes – Lyon ile Prens Albert’in 1923 yılındaki düğününün BBC radyosundan canlı yayınlanması teklif edildiğinde Anglikan Kilisesi ileri gelenleri, ‘’Dua ve ayinleri radyo başında dinleyenlerin başlarındaki şapkayı çıkarmamış olabileceği’’ gerekçesiyle bu canlı yayına karşı çıkıp engellemişler. Cuma günkü kilise düğününü İngilizler ellerinde bira şişeleriyle televizyon karşısında seyredecek. Hey gidi...
Düğünü fırsata çevirmek isteyen Cumhuriyetçiler
İngilizlerin yarısı düğünle ilgilenmediğini söylese de, ülkenin dörtte üçü Kraliyet ailesinin devamından yana. Cumhuriyete geçmek isteyenlerin oranı hala en iyi günlerinde beşte bir civarında. Cumhuriyetçiler bugünlerde, düğünü, şaşaasını ve patırtısını, Cumhuriyet propagandalarına olan ilgiyi artıracağına inanıyor. İngiliz Vogue dergisinden Alexandra Shulman, Kraliyet düğünlerini İngilizler için, Amerikalıların George Bush’un ‘terörle savaş’ politikasına benzetiyor: ‘’Eğer karşı değilseniz, gönülsüz de olsa destekliyorsunuz’’.
Ancak, ülke 1920’li yıllardan beri en büyük kemer sıkma politikalarının baskısı altında. İngiliz gazeteci Ian Jack bu haftaki Newsweek’teki makalesinde, hayatı boyunca İngilizler ülkelerinin geleceği konusunda bu kadar karamsar görmediğini yazıyor. İngiliz tahtının varisi Prens Charles ve eşi Camilla’nın arabası 2010 Aralık ayında protestocuların fiziki saldırısına bile uğradı. Bu İngiltere’de düşünülemeyecek birşeydi. Kraliyet karşıtı hareketin sembol grubu Republic’in sözcüsü Graham Smith, ‘’Kate ve William’ın nişanlandıkları Kasım ayından beri üye sayılarının yüzde 50 arttığını söylüyor. Düğünün sadece güvenliği için 33 milyon dolar harcanacak olması da üye sayısını arttırıyor. Ancak yine de Cumhuriyetçilik, İngiltere’de ana akım bir hareket olmaktan çok uzak.
Ancak, ne olursa olsun İngilizlerin çoğunluğu için Kraliyet, ‘’birliğin ve temadinin sembolü’’. Economist’ten Bagehot, İngilizlerin mitolojik kraliyet ailelerini sevdiğine dikkat çekiyor ve ‘’Eğer, Kraliyet ailesi toplumun dışında ve üstünde yaşamaya devam ederse varlığını devam ettirir. Ancak eğer sosyetenin başı gibi davranıp elitlerin içinde sosyal hayata karışırsa hanedanlığı ben bile kurtaramam’’ diye yazıyor.
İngiliz Kraliyet ailesinin Alman olduğunu biliyor musunuz?
Şimdi, Bir nevi ‘genç Semih modeli’ olacak ama şu son dakikalarda izin verirseniz fileleri bir kez daha havalandırmak istiyorum.  Pekçoğunuz bu İngiliz Kraliyet ailesine bakıp bakıp ‘tam bir İngiliz aile’ sanıyor olabilirsiniz. Oysa ki bu ailenin atası olan Hanover Prensi ve dahi İngiliz Kralı 1’nci George’tan yani 1714 senesinden 20’nci Yüzyılın başlarına kadar, Kraliyet ailesi çoğunlukla Alman kökenlilerden oluşurdu ve aile bununla açıkça gurur duyardı. Hatta 1714’te İngiliz Kralı olan Kral 1’nci George’un Almancası İngilizcesinden daha iyiydi. Victoria bile Alman Prens Albert’in torunu olarak yarı Alman. En büyük kızını da bir Alman prensiyle evlendirdi.
Ancak 1’nci Dünya Savaşı kopunca ve İngilizler ile Almanlar karşı karşıya gelince bu ‘’Cermenik’’ bağ, Kraliyet ailesi için ‘ayak bağı’ olmaya başladı. Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz Kralı olan 5’nci George ailenin ‘’Saxe-Coburg-Gotha (Alm: Sachsen-Coburg und Gotha)’’ şeklindeki soyadını değiştirdi ve Anglo Sakson kelime olan ‘’Windsor’’u yeni soyadı olarak ilan etti. İngiliz Kraliyet ailesi 1917’den beri ‘’Windsor’lar, hanedanlık da ‘’The House of Windsor’’ olarak biliniyor.  1947 yılında Elizabeth ile evlenen Prens Philip ise Mountbatten soyadını muhafaza ediyor. Ancak Kraliyet ailesi Windsor olmaya devam etti.  Philip bir defasında, ‘’Çocuklarım benim soyadımı bile alamıyor. Kendimi amip gibi hissediyorum’’ diye yakınmış. Kraliçe ile evlenmiş bir de maçoluk yapıyor. Kesin sarhoştu bu lafı ederken…
İlginçtir, Kraliçe Elizabeth’in kocası ve bugün sarayın gizli sahibi olarak görülen, komplocu bazılarınca Prenses Diana’nın ölüm emrini verdiği iddia edilen Prens Philip’in 4 kız kardeşi de Alman asillerle evlendi. Bazılarının Nazi bağlantısı sebebiyle bu 4 kızkardeş de Philip ile Elizabet’in 1947’deki düğününe davet edilmedi.
3 imparator 3 kuzen 3 düşman bir büyük savaş
Sadece bu değil tabii ki… Bu Kral 5’nci Corc ile, düşman Almanya’nın o dönem başındaki imparator Kaiser Wilhelm kuzendirler. Yine bitmedi aynı dönemde Rus Çarı olan 2’nci Nikola da bu ikisinin kuzeni.  Bir King, bir Çar ve bir Kayzer. King’i konuşmuştuk. Çar ve Kayzer aslında aynı kelime. İkisi de ‘’Sezar (Caesar)’’dan geliyor.
Meraklısını, Miranda Carter’ın geçen yıl yayınlanan, ‘’Three Cousins, Three Empires and the Road to World War One (3 Kuzen, 3 İmparatorluk ve Birinci Dünya Savaşına Giden Yol)’’ kitabına havale ediyorum.  George ve Wilhelm, Kraliçe Viktorya’nın torunları olarak birinci dereceden kuzendirler. 2’nci Nikola ile Kral Goerge’un ise anneleri kardeş. Yaklaşık olarak birbirinin aynı yaşta olan bu 3 kuzen, yaklaşık aynı tarihlerde Avrupa’nın 3 kudretli devletinin başına geçtiler ve Birinci Dünya Savaşında Avrupa’yı yaklaşık aynı Alman usulde birbirine kattılar.
Bütün hışmımla meslektaşlarıma verip veriştirmek için yazmaya başlamıştım. Dünyanın onca hali varken ne var bir düğün hakkında  yazacak haber yapacak bu kadar şey diyecektim ki şu düştüğüm hale bakın. Çenem de fena yoruldu…
Dilerim birgün Cumhuriyetçiler kazanır da Kate ile William ömürlerinin geri kalanında insan gibi bir ‘evlilik’ yaşama şansına kavuşurlar.
Cemal Demir - Haber 7cemaldemir111@gmail.com